Şûrâ Suresi Hakkında Detaylı Bilgi
1-2. Ayet Tefsiri 3. Ayet Tefsiri 4. Ayet Tefsiri 5. Ayet Tefsiri 6-9. Ayet Tefsiri 10. Ayet Tefsiri 11-12. Ayet Tefsiri 13. Ayet Tefsiri 14. Ayet Tefsiri 15. Ayet Tefsiri 16. Ayet Tefsiri 17. Ayet Tefsiri 18. Ayet Tefsiri 19-20. Ayet Tefsiri 21. Ayet Tefsiri 22. Ayet Tefsiri 23. Ayet Tefsiri 24. Ayet Tefsiri 25. Ayet Tefsiri 26. Ayet Tefsiri 27. Ayet Tefsiri 28. Ayet Tefsiri 29. Ayet Tefsiri 30. Ayet Tefsiri 31-35. Ayet Tefsiri 36-39. Ayet Tefsiri 40-43. Ayet Tefsiri 44-48. Ayet Tefsiri 49-50. Ayet Tefsiri 51. Ayet Tefsiri 52-53. Ayet Tefsiri

Şûrâ 1-2. Ayet Yazılış ve Meâli

حٰمٓ
١
عٓسٓقٓࣞ
٢
Meâl: Hâ-mîm. Ayn-sîn-kâf.

Şûrâ 1-2. Ayet Tefsiri

Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayrı ayrı okunduğundan dolayı “hurûf-ı mukattaa” diye anılır (bilgi için bk. Bakara 2/1).

Şûrâ 3. Ayet Yazılış ve Meâli

كَذٰلِكَ يُوحٖٓي اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكَۙ اللّٰهُ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
٣
Meâl: Aziz ve derin hikmet sahibi olan Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahiy gönderiyor.

Şûrâ 3. Ayet Tefsiri

Allah Teâlâ’nın gerek Hz. Muhammed’e gerekse daha önceki peygamberlere vahyediş tarzının bu sûrede açıklandığı şekilde olduğu belirtilmektedir ki, bu açıklama 51. âyette gelecektir (Elmalılı, VI, 4220). Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Yüce Allah bu sûrenin içeriğinin benzerini hem başka sûrelerde sana hem de senden önceki peygamberlere vahyetmiştir. Bir başka ifadeyle, O bu anlamları Kur’an’da ve diğer ilâhî kitaplarda tekrar tekrar vurgulamıştır (Zemahşerî, III, 396). Bu yorumlarda âyetin Resûl-i Ekrem’e gelen vahyin biçim ve / veya içerik olarak önceki vahiylerle benzerliğine dikkat çekmesi esas alınmıştır. “Vahyediyor” şeklinde şimdiki zaman fiili kullanılmasının da bu mânalara göre izahları yapılmıştır. Fakat fiilin şimdiki zaman olmasından hareketle, asıl konunun Resûlullah’a verilmekte olan vahiy olduğu ve bunun o sağ olduğu sürece devam edeceği bildirilerek müşriklerin vahyin kesileceği yönündeki beklentilerini kırmanın amaçlandığı, diğer peygamberlere verilenden ise dolaylı olarak bahsedildiği de söylenebilir (İbn Âşûr, XXV, 23).

“Böyle” anlamına gelen işaret isminin değinmek istediği şey, sözün akışı içinde daha önce geçmediğinden buna, “işte şu anda vahyedildiği şekilde” mânası verilmektedir. Bu ögenin cümlenin başına konmasındaki amaç, işaret edilen hususun önemine dikkat çekmek ve zihinleri bu konu üzerinde düşünmeye hazırlamaktır. İbn Âşûr başka bazı âyetlerde de örnekleri görülen bu üslûba Arap dilinde daha önce rastlanmadığını ve bunun Kur’an’ın orijinal özelliklerinden olduğunu belirtir (XXV, 27).

Şûrâ 4. Ayet Yazılış ve Meâli

لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظٖيمُ
٤
Meâl: Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. O çok yücedir, çok uludur.

Şûrâ 4. Ayet Tefsiri

Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. O çok yücedir, çok uludur.

Şûrâ 5. Ayet Yazılış ve Meâli

تَكَادُ السَّمٰوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْ فَوْقِهِنَّ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِي الْاَرْضِؕ اَلَٓا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ
٥
Meâl: Gökler (haşyetten) neredeyse üstlerinden çatlayacak. Melekler de rablerinin yüceliğini hamd ile dile getiriyorlar ve yerdekilerin bağışlanmasını diliyorlar. İyi biliniz ki bağışlaması ve merhameti sınırsız olan ancak Allah’tır.

Şûrâ 5. Ayet Tefsiri

Göklerin neredeyse çatlayacağına ilişkin ifade, “Yüce Allah’ın azametinden ötürü, Allah tarafından onlara yüklenen misyonun ağırlığından dolayı, oralarda sayısız denecek çoklukta meleklerin, gök cisimlerinin ve akıl erdirilemez yazgıların ve sırların bulunması sebebiyle, yeryüzünde şirk ve sosyal bozulmalar çoğaldığı için gökler neredeyse yukarılarından çatlayacak” gibi farklı mânalarla açıklanmıştır. Âyetin “yukarılarından” anlamına gelen kısmı bazı müfessirlerce, çatlamanın şiddetini belirten deyimsel bir anlatım olarak düşünülmüş, bazılarınca ise Rahmân sûresinin 37. âyetinde kıyametten söz edilirken yer verilen göğün yarılması tasvirinde onun bir güle benzetilmesinden hareketle “üst tarafı” şeklinde anlaşılmıştır. Ayrıca buradaki zamir için farklı bir gönderme yapılarak “yerin yukarılarından” mânası da verilmiştir (Taberî, XXV, 7; Zemahşerî, III, 396-397; Şevkânî, IV, 602; İbn Âşûr, XXV, 29-30). İnsanın evrende görebildiği ve göremediği her şeyin sahibi ve mâliki yüce Allah olduğu halde başka varlıkları O’na ortak koşmanın, hele O’nun çocuk edindiğini ileri sürmenin ne büyük küstahlık olduğuna değinen başka bir âyette de neredeyse göklerin çatlayacağı ifadesi kullanılmıştır (bk. Meryem 19/90; tesbih hakkında bk. İsrâ 17/44; Nûr 24/41-42).

Âyetin bu kısmını, “Melekler rablerini övgü ve tenzih ile anıp yerdekilerin de bağışlanmasını dilerken gökler (bu tesbihe katılmak için) neredeyse üst taraflarından parçalanırlar” şeklinde tercüme etmek de mümkündür; çünkü her şeyin kendine mahsus bir dille Allah’ı övgü ve tenzih ile andığı bildirilmiştir (bk. İsrâ 17/44; Nûr 24/41).

Şûrâ 6-9. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهٖٓ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهُ حَفٖيظٌ عَلَيْهِمْؗ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ
٦
وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ قُرْاٰناً عَرَبِياًّ لِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فٖيهِؕ فَرٖيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرٖيقٌ فِي السَّعٖيرِ
٧
وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَهُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَٓاءُ فٖي رَحْمَتِهٖؕ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ
٨
اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهٖٓ اَوْلِيَٓاءَۚ فَاللّٰهُ هُوَ الْوَلِيُّ وَهُوَ يُحْـيِ الْمَوْتٰىؗ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌࣖ
٩
Meâl: Kendisinden başkasını dost ve koruyucu bilenleri Allah sürekli gözetlemektedir. Senin onlarla ilgili bir sorumluluğun yok. İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an indirdik. Onların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır. Allah dileseydi onları elbette (aynı inançta) tek bir ümmet yapardı, fakat O kimi dilerse onu rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise ne bir velisi (arka çıkanı) ne de bir yardımcısı olacaktır. Onlar Allah’tan başka velîler edindiler öyle mi? Halbuki asıl dost ve koruyucu Allah’tır. Ölüleri de O diriltecektir ve O’nun gücü her şeye yeter.

Şûrâ 6-9. Ayet Tefsiri

İnkârcılıkta direnenlerin bu tutumlarının sonucuna katlanmak durumunda oldukları ve yüce Allah’ın dünya hayatını böyle bir irade sınavı için var ettiği hatırlatılmakta, müşriklerin iman etmeleri ve kurtuluşa ermeleri için gayret gösterdikleri halde tam sonuç alamayan Hz. Peygamber ve ona gönülden bağlanan müminler teselli edilmektedir.

6, 8 ve 9. âyetlerde geçen velî (çoğulu: evliyâ) kelimesi “dost, koruyucu, hâmi, destekçi, kendisine uyulan önder” gibi mânalara gelir. Kur’an’da sıkça kullanılan bu kelimeye bağlama göre bu ve benzeri mânalardan biri verilebilir (meselâ bk. A‘râf 7/3, 30; Hûd 11/20, 113; İsrâ 17/97; Ankebût 29/41. Allah’ı dost edinmenin anlamı hakkında bk. Bakara 2/257; Nisâ 4/125; En‘âm 6/14).

7. âyette geçen ve “anakent, yerleşim yerlerinin merkezi” anlamlarına gelen ümmülkurâ tamlaması Kur’an’da Mekke şehrini ifade etmek için kullanılır (bk. Âl-i İmrân 3/96-97; En‘âm 6/92). Âyetin “çevresindekiler” diye çevrilen kısmını Araplar’la sınırlandırarak yorumlayanlar olmuşsa da (meselâ bk. Zemahşerî, III, 397), birçok müfessir İslâm tebliğinin evrenselliğine dikkat çekerek burada bütün insanların kastedildiğini savunur (meselâ bk. Râzî, XXVII, 147-148. Kur’an-ı Kerîm’in Arap dilinde indirilmiş olması konusunda bk. Yûsuf 12/2; Ra‘d 13/37; Nahl 16/103; Zümer 39/28).

Kur’an-ı Kerîm’de farklı bağlamlarda, hem “insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi” anlamına hem de 8. âyette olduğu gibi “Allah dileseydi insanları (aynı inançta) tek bir ümmet kılardı” mânasına gelen ifadeler yer alır (bunların izahı için bk. Bakara 2/213; Mâide 5/48; Yûnus 10/19; Hûd 11/118; Nahl 16/93; ümmet kavramı hakkında bk. Bakara 2/128). Burada âyet kümesinin genel amacı doğrultusunda, Resûlullah’a ve müminlere, insanların bir sınavdan geçmekte olduğu, hür iradeleriyle hareket ettikleri, bu sebeple de herkesin aynı çizgi üzerinde bulunmadığı bildirilmektedir.

Şûrâ 10. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فٖيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُٓ اِلَى اللّٰهِؕ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبّٖي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُࣗ وَاِلَيْهِ اُنٖيبُ
١٠
Meâl: Ayrılığa düştüğünüz bütün konularda (doğru) hüküm Allah’a aittir. İşte o Allah benim rabbimdir; yalnız O’na güvenip dayanmışımdır ve daima O’na yönelirim.

Şûrâ 10. Ayet Tefsiri

Bu âyette kastedilen ayrılığın tarafları ve konuları hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre burada müminler ile inkârcılar arasında gerek dinî gerekse dünyevî konularda ortaya çıkan inanç ve fikir ayrılıkları kastedilmekte, bu ihtilâfların ancak Allah tarafından hükme bağlanacağı, kıyamet günü kimin haklı kimin haksız olduğunun net bir şekilde ortaya çıkarılacağı belirtilmektedir (Elmalılı, VI, 4224). Sûrenin Mekke döneminde inmiş olması ve 7-8. âyetlerin içeriği bu anlayışı destekleyici niteliktedir. Nitekim Mukātil’den, Mekkeliler’in bir kısmının Kur’an’a inanıp bir kısmının onu inkâr etmesi üzerine bu âyetin indiği nakledilmiştir (Şevkânî, IV, 603). Diğer bir yoruma göre burada bütün insanları kapsamına alan bir ifade bulunmaktadır ve dinî konularda insanlar arasında çıkan her türlü ayrılığın ancak Allah tarafından sonuca bağlanacağı, yüce Allah’ın kıyamet günü hakkı bâtıldan açık biçimde ayırt edeceği anlatılmaktadır (İbn Atıyye, V, 28; Şevkânî, IV, 603). Zemahşerî bu âyette müminlere yönelik bir buyruk bulunduğu noktasında birleşen şu yorumları da nakleder: a) Aranızda bir uyuşmazlık çıktığında Nisâ sûresinin 59. âyetinde belirtildiği gibi Resûlullah’ın hakemliğine başvurunuz ve başkalarının hükmünü onunkine üstün tutmayınız.

b) Bir âyetin yorumunda kapalılık bulunur ve ihtilâfa düşerseniz, Allah’ın kitabındaki muhkem âyetlere ve Resûlullah’ın sünnetindeki açık ifadelere başvurunuz. c) Ruhun mahiyetinin ne olduğu gibi size yükümlülük getirmeyen ve künhüne vâkıf olamayacağınız konularda görüş ayrılığına düşerseniz “Bunu en iyi bilen Allah’tır” deyiniz. Daha sonra Zemahşerî bu âyetin, müctehidlerin şer‘î konulardaki ihtilâflarına yönelik olup olmadığı sorusuna, “Hayır, çünkü Resûlullah hayatta iken ictihad câiz değildir” cevabını verir (III, 398). Öte yandan dinî meselelerin çözümünde kıyas metodunun kullanılmasına karşı çıkanların bu âyetten destek almaya çalıştıkları görülür. Fakat bağlamı ve indiği dönemin şartları dikkate alınırsa bu âyetin, İslâm âlimlerinin gerek akaid gerekse fıkıh alanındaki görüş ayrılıklarıyla ilgisi bulunmadığı ve bu istidlâlin zayıf olduğu ortaya çıkar (İbn Âşûr, XXV, 42). Kanaatimize göre –Râzî’yi takiben– âyetin asıl amacını şöyle özetlemek mümkündür: Yüce Allah nasıl resulünü inkârcıları iman etmeye zorlamaktan menetmişse aynı şekilde müminlerin de onlarla çekişmelerini ve husumeti arttırmalarını yasaklamış, haklıların mükâfatının ve haksızların cezasının kendisi tarafından verileceğini bildirmiştir (XXVII, 149). Burada âyetin ilk cümlesi Hz. Peygamber’in sözü olarak kabul edilirse, “İşte O Allah benim rabbimdir; yalnız O’na güvenip dayanmışımdır ve daima O’na yönelirim” anlamındaki sözler de bunun devamı olur; ilk cümle Cenâb-ı Allah’ın hitabı olarak kabul edildiğinde ise devamında, “Ey Muhammed! Şöyle de...” şeklinde bir hitap cümlesinin bulunduğu var sayılır (Taberî, XXV, 11; Zemahşerî, III, 398).

Şûrâ 11-12. Ayet Yazılış ve Meâli

فَاطِرُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجاًۚ يَذْرَؤُ۬كُمْ فٖيهِؕ لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
١١
لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُؕ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ
١٢
Meâl: Gökleri ve yeri yaratan O’dur. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu şekilde çoğalmanızı sağlamaktadır. O’na benzer hiçbir şey yoktur. O her şeyi işitir, her şeyi görür. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de kısar. Çünkü O her şeyi bilmektedir.

Şûrâ 11-12. Ayet Tefsiri

Gerek insanlarda gerekse hayvanlar âleminde açıkça görülen eşlilik olgusunu ve buna dayalı olarak işleyen üreme düzenini var edenin, daha da önemlisi onlara mekân olan gökleri ve yeri yoktan yaratanın yüce Allah olduğu dikkate alınırsa hiçbir varlığın O’na benzer olamayacağı kolayca anlaşılır. 11. âyetin asıl amacının da İslâm inancının en önemli noktalarından olan bu hususu pekiştirmek olduğu söylenebilir. Bunu belirtmek için Kur’an’ın kullandığı ifade öylesine vecizdir ki, bunu çevirmedeki güçlük âdetâ Allah Teâlâ’nın diğer varlıklardan farklılığının nasıllığını kavrayabilmenin de insan idrakinin çok üstünde olduğunu îma etmektedir.

“O’na benzer hiçbir şey yoktur” diye çevrilen cümleyi lafza daha bağlı kalınarak, “Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu da göstermektedir ki, benzerliği red ifadesinde dahi Cenâb-ı Allah’ın yüce zâtı ile başka varlıklar arasında bir karşılaştırma yapılması uygun görülmemiş, “benzeri, dengi” anlamına gelen misl kelimesine bir de “gibi” mânası taşıyan bir edat eklenmiştir (bazı müfessirler burada Arap dilindeki mutat bir kullanımın söz konusu olduğunu, bazıları da “gibi” anlamındaki edatın, benzerliğin bulunmadığı mânasını pekiştirdiğini belirtirler). Müfessirler bu ifadenin mâna incelikleri, yüce Allah’ın kendi zâtına izâfe ettiği görme, işitme gibi bazı özellikleri insana lutfetmiş olmasıyla bu âyetteki anlamın bağdaştırılması gibi konular üzerinde geniş biçimde durmuşlardır. Özü itibariyle tenzih (Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak oluşu ve yaratılmışlara benzemezliği) fikrine dayalı olan bu açıklamalar, âyetin Allah’a ortak koşma, O’na çocuk izâfe etme, bazı yaratılmışlarla ulu Tanrı arasında benzerlikler kurma ve onlara ulûhiyyet izâfe etme gibi sapkın inanç ve düşünceleri mahkûm ettiğini ortaya koymakta ve yüce Allah’ın zât ve sıfatlarının beşerî tasavvurlara sığmayacağını vurgulamaktadır (meselâ bk. Zemahşerî, III, 399; Râzî, XXVII, 150-154; Elmalılı, VI, 4225-4226. Allah’ın isim ve sıfatları ve âyetteki bu ifadenin tevhid inancının temellendirilmesindeki rolü hakkında bk. Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA, II, 481-493, özellikle 483; bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/255; Nisâ 4/164; A‘râf 143, 180).

“Hayvanlar” şeklinde çevrilen en‘âm kelimesi bu bağlamda insanların yararlanmak üzere kendi hakimiyetleri altına alabildikleri hayvanları ifade etmektedir. İnsanların yakın çevrelerinde bulunmaları ve günlük hayatta onlarla iç içe olmaları yani gözlem kolaylığı bulunması sebebiyle bu grubun örnek olarak seçildiği düşünülebilir. Bununla birlikte meâlde sınırlayıcı bir niteleme yapılmamıştır (en‘âm hakkında bk. Mâide 5/1; “yoktan var eden” diye çevrilen fâtır kelimesi hakkında bk. Fâtır 35/1; 12. Âyette “anahtarlar” diye çevrilen mekālîd hakkında bk. Zümer 39/63; rızkın ilâhî iradeye bağlı oluşu hakkında bk. Rûm 30/37; Sebe’ 34/36).

Şûrâ 13. Ayet Yazılış ve Meâli

شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّٖينِ مَا وَصّٰى بِهٖ نُوحاً وَالَّـذٖٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهٖٓ اِبْرٰهٖيمَ وَمُوسٰى وَعٖيسٰٓى اَنْ اَقٖيمُوا الدّٖينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فٖيهِؕ كَـبُرَ عَلَى الْمُشْرِكٖينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِؕ اَللّٰهُ يَجْتَبٖٓي اِلَيْهِ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْدٖٓي اِلَيْهِ مَنْ يُنٖيبُ
١٣
Meâl: O, Nûh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız, o konuda ayrılığa düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi. Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir.

Şûrâ 13. Ayet Tefsiri

Hemen bütün müfessirler burada din kelimesinin ilâhî dinlerin tamamını ifade eden geniş anlamıyla kullanıldığı kanaatindedirler. Bu dinlerdeki bütün hükümlerin diğerlerinde aynen korunmadığı ve önceki ilâhî dinlerde yer alan amelî hükümlerin hepsinin Hz. Muhammed’in ümmeti için teşrî‘ kılınmadığı da bilinmektedir. Dolayısıyla burada geniş anlamıyla dinin bir kısmının kastedilmiş olması gerekir. Bu kısmın ise bütün ilâhî dinlerdeki müşterek hükümler olduğu açıktır. Başta kuşkusuz tevhid inancı gelmektedir. Aynı şekilde meleklere, vahiy olgusuna (ilâhî kitaplara), peygamberlik müessesesine ve âhiret hayatına inanmak da ortak akîde esaslarındandır. Bunların yanı sıra temel ahlâk ilkeleri, –ayrıntılarında farklılıklar olsa da– namaz vecîbesi ve belirli yakınlık derecesinde olanların birbirleriyle evlenme yasağı gibi bazı amelî hükümler bütün peygamberlerin toplumlarına bildirdiği ve uyma çağrısı yaptığı hususlardır. Âyette kutlu peygamberler zincirinin dönüm noktası özelliği taşıyan halkalarına ismen yer verildiği görülmektedir: İnsanlık tarihinde önemli bir başlangıcı temsil eden Hz. Nûh, çok tanrıcı inançların her tarafı sardığı bir ortamda tek Tanrı inancının ihyası için görevlendirilen ve halen mevcut üç büyük ilâhî dinin peygamberlerinin atası olarak bilinen Hz. İbrâhim ve bu üç dinin peygamberleri Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed (Bu âyette ve Ahzâb sûresinin 7. âyetinde bu peygamberlerden özel olarak söz edildiği için, bazı İslâm âlimleri Ahkaf sûresinde geçen “ülü’l-azm” tabiri ile, anılan beş peygamberin kastedildiği yorumunu yapmışlardır; bk. Ahkaf 46/35). Burada Resûl-i Ekrem kendisine hitap edilen olduğu için ismen değil, “sen” şeklinde muhatap olarak zikredilmiştir. Fakat onun peygamberlik görevini vurgulamak üze­re, diğer peygamberlere bildirilenler için “vassâ” fiili kullanıldığı halde, ona bildirilenler için “evhâ” fiili kullanılmıştır. Başlangıcı temsilen Hz. Nûh zikredildikten hemen sonra vahiy zincirinin son halkası olması itibariyle Hz. Muhammed’e hitap edilmesi ve ona vahyedilenden söz edilmesi de dikkat çekicidir. Âyetin “sana vahyettiklerimizi” anlamına gelen kısmı, bu âyetin indiği zamana kadar Resûlullah’a vahyedilmiş olanlar veya mutlak olarak ona vahyedilenler şeklinde anlaşılabilir. Az önce açıklandığı üzere, burada bütün ilâhî dinlerin temel hükümlerindeki, özellikle inanç ve ahlâk ilkelerindeki müşterekliğe değinilmekle beraber, âyetin devamında bunların da varlığını korumasının vazgeçilmez şartı olan bir ilkeye vurgu yapılmaktadır: “... ki o dini ayakta tutasınız, o konuda tefrikaya düşmeyesiniz.” Âyetin bu kısmını “... ki bunların özü, dine özen gösterme ve o konuda parça parça olmama gereğidir” şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Bazı müfessirler bu cümleyi anılan peygamberlere buyurulanların yerini tutacak tarzda açıklamışlardır; bu anlayışa göre âyetin meâli şöyle olur: “O, ‘Dine özen gösterin ve o konuda parça parça olmayın’ diye Nûh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya buyurduklarımızı sizin için de din kıldı.” Râzî, parçalanmama buyruğunu “Çok tanrıcı inançlara saparak parçalanmayın” şeklinde açıklar (XXVII, 156; din kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/256; Âl-i İmrân 3/19).

“Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi” anlamındaki cümle müfessirlerce daha çok Mekke putperestlerinin yeni din çağrısını içlerine sindirememeleri olgusuyla açıklanır. Bunun sebebi olarak da Kur’an’ın, Resûl-i Ekrem’in tebliği karşısında müşriklerin tavrına ilişkin verdiği bilgiler ışığında şu hususlar hatıra gelmektedir: Bu çağrının Hz. Muhammed gibi bir beşer tarafından, hele onların değer yargılarına göre toplumda üstün bir konuma (özellikle büyük bir servete) sahip olmayan mütevazi bir kişi vasıtasıyla yapılmış olması; Resûlullah’ın bir anda toplu bir kutsal kitap getirmemesi, tebliğ işine melekler indirmek gibi olağan üstülükler içeren gösterilerle başlamaması; Kur’an’ın çok tanrı inancını mahkûm edip insanları tevhid inancına yöneltmesi ve gönüllere âhiret bilincini yerleştirmesi, bunun ise müşrik ileri gelenlerinin şirke dayalı kurulu düzenlerini ve çıkarlarını tehdit etmesi.

“Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer” şeklinde çevrilen cümlede “ona” anlamına gelen ve meâle yansıtılamayan bir zamir bulunmaktadır. Bu cümleyi bazı müfessirler, “Allah, seçilmeye lâyık olanları seçip kendisine yaklaştırır, onları nezdine celbeder, toplar” şeklinde açıklamışlardır (meselâ Taberî, XXV, 16). Bazıları ise –belirtilen zamir ile “din”in veya “Hz. Peygamber’in yaptığı çağrı”nın kastedildiğini düşünerek– “Lâyık olanları hak din için seçer” yorumunu yapmışlardır (meselâ bk. Beyzâvî, V, 401; Hâzin, V, 401).

Şûrâ 14. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَا تَفَرَّقُٓوا اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْؕ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْؕ وَاِنَّ الَّذٖينَ اُو۫رِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَفٖي شَكٍّ مِنْهُ مُرٖيبٍ
١٤
Meâl: Onlar (peygamberlerin muhatapları), özellikle kendilerine dine dair bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden bölünüp parçalandılar. Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içine düşmüşlerdir.

Şûrâ 14. Ayet Tefsiri

Dinde parçalanmaların yeterli ilâhî bildirim yapılmamış olmasın­dan ileri geldiği iddiasını reddeden bu içerikteki âyetlerde, bölünmenin asıl sebebinin bilgisizlik değil, kişisel çıkarlara düşkünlük ve çekememezlik duyguları olduğuna dikkat çekilmektedir (bu eleştirinin muhatapları, âyetteki “ilim” kelimesiyle neyin kastedildiği hususunda bk. Bakara 2/213; Âl-i İmrân 3/19). “Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi” buyurularak, suçlu, günahkâr, haksız insanların gidişatına niçin ilâhî bir müdahale yapılmadığı yönünde daima hatırdan geçen bir soruya cevap verilmekte, yüce Allah’ın bütün insanları kapsayan hesaba çekme ve buna göre mükâfat yahut ceza verme işini âhirete bırakmayı dilediği için bunun böyle olduğu bildirilmektedir.

Müfessirler arasında “kitaba vâris kılınanlar” ile, Hz. Muhammed zamanındaki yahudi ve hıristiyanların kastedildiği kanaati hâkimdir; bu görüşte olanların bir kısmı, burada onların kendi kutsal metinleri hakkında dahi şüphe içinde olduklarına, bir kısmı da Kur’an ve Hz. Muhammed hakkında kuşkular ortaya koyduklarına işaret edildiğini belirtirler (bk. Taberî, XXV, 16-17; Zemahşerî, III, 400; Şevkânî, IV, 607). Bu cümlede maksadın Araplar olduğu ve onların Kur’an veya hüküm (mahşer) günü hakkındaki şüphelerine değinildiği yorumunu yapanlar da olmuştur (bk. Zemahşerî, III, 400; İbn Atıyye, V, 30); fakat Râzî sözün akışının buna müsait olmadığını belirtir (XXVII, 158). Bize göre “onlardan sonra” ifadesini, bir kısmının isimleri önceki âyette zikredilen, “peygamberlerden sonra” şeklinde anlamak daha isabetlidir; sonra gelenler peygamberlerin bıraktığı kitaplar üzerinde şüpheye düşmüşlerdir (Allah tarafından verilmiş söz ve hükmün hemen verilmemesi hakkında bk. Yûnus 10/19).

Şûrâ 15. Ayet Yazılış ve Meâli

فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ وَقُلْ اٰمَنْتُ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنْ كِتَابٍۚ وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْؕ اَللّٰهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْؕ لَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْؕ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْؕ اَللّٰهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَاۚ وَاِلَيْهِ الْمَصٖيرُؕ
١٥
Meâl: İşte bunun için sen çağrına devam et ve emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyle de: “Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Sizinle bizim aramızda mesele yok. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O’nadır.”

Şûrâ 15. Ayet Tefsiri

Resûlullah’a çağrısına devam etmesi emredilirken, neye çağrıda bulunacağı hususu cümlenin açık bir ögesi halinde belirtilmediği için bu konuda bağlama göre değişik yorumlar yapılmıştır; bazı müfessirlerce bu, “Aslî haliyle Hanîflik inancına çağır” şeklinde yorumlanmıştır (Zemahşerî, III, 400; Râzî, XXVII, 158; Hanîflik hakkında bilgi için bk. Bakara 2/135; Rûm 30/30-32).

“Emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür” şeklinde tercüme ettiğimiz cümlede kullanılan emir fiilin masdarı olan istikamet, İslâmî terminolojide “inanç, niyet, düşünce ve davranışta doğruluk ve dürüstlüğü; Allah’a yönelme ve O’nun buyruklarına uygun davranma hususunda devamlı ve tutarlı olmayı” ifade eder. Hz. Peygamber Hûd sûresinin kendisini çok etkilediğini ifade etmiş ve –bir rivayete göre– bu etkinin gerekçesini orada da geçen bu buyruğun getirdiği ağır sorumlulukla açıklamıştır (Tirmizî, “Tefsîr”, 57). Grek kaynaklı felsefe kültürünün gelişmeye başladığı dönemlerden itibaren İslâm ahlâk kültüründe benimsenen, “Fazilet iki aşırılığın ortasıdır” şeklindeki anlayışın da etkisiyle İslâmî literatürde istikamet kavramı için daha çok itidal sahibi olma, aşırılıklardan kaçınma anlamının merkeze alındığı açıklamalar yapıldığı görülmektedir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı – Süleyman Uludağ, “İstikamet”, DİA, XXIII, 348-349; ayrıca bk. Hûd 11/112; Fussılet 41/30).

Önceki iki âyette şu noktalara dikkat çekilmişti: İlâhî mesajların özündeki birliğe rağmen bu bildirimlerin muhatapları kişisel arzularını öne çıkarıp bölünmeyi yeğlediler; ama yüce Allah haklı ve haksız ayırımıyla ilgili nihaî hükmünü mahşer günü açıklamayı murat ettiğinden, farklı tercihlere imkân veren ve bir sınav ortamı olan bu dünyada farklı yönlerde yolculuklar sürüp gitmektedir. Bu âyette de son peygamber Hz. Muhammed’in şahsında onun Allah’ın elçisi olduğuna yürekten inananlara şöyle hitap edilmektedir: Vahyin aydınlık yoluna yapılacak çağrı da durmadan devam etmeli, doğru çizgiden sapmayı özendiren etkenlere karşı güçlü bir irade sınavı verilmelidir; ayrılıkları tartışmak değil, açık hakikatler üzerindeki birlik hareket noktası olmalıdır; her hâlükârda adalet ilkesinden şaşılmamalıdır. Farklı kişi veya tarafların farklı tutum ve uygulamaları, olması gerekeni gösteremez; bu ayrılıklar yolunuzu aydınlatamaz, onları herkesin kendi yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla baş başa kalacağı güne havale etmek en uygun yoldur. Bütün insanların bir araya geleceği mahşer gününe doğru yol almaktayken yine herkese ışık tutacak açık ve öncelikli hakikatler ise şunlardır: Hepimizin rabbi birdir, Allah’tan başka mâbud tanımamalıyız; bütün hak peygamberlerin getirdikleri O’nun mesajlarıdır.

Şûrâ 16. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ يُحَٓاجُّونَ فِي اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا اسْتُجٖيبَ لَهُ حُجَّتُهُمْ دَاحِضَةٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ
١٦
Meâl: O’nun çağrısı (birçok insan tarafından) kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışmaya kalkışanların delilleri rableri katında geçersizdir. Üzerlerine gazap çökmüştür ve onlar için çetin bir azap vardır.

Şûrâ 16. Ayet Tefsiri

Herkesin rabbinin bir olduğu kabul edildikten sonra, Allah Teâlâ’­nın zât ve sıfatlarının mahiyeti üzerinde yapılacak tartışmalar anlamsız kalacaktır. Çünkü bu konunun insan idrakini aştığı açıktır. 11. âyette geçen “O’na benzer hiçbir şey yoktur” cümlesi de bu konuya son noktayı koyan veciz bir uyarıdır. Dolayısıyla, bu tür tartışmalarla gerek kendilerini lâyıkı vechile Allah’a kulluk etmekten mahrum bırakan gerekse başkalarının zihinlerini örselemeye çalışan kimselerin hesap gününde Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir mazeret yoktur, dünyada iken kanıt saydıkları ama aslında kendilerini oyalayan gerekçeler O’nun katında hiçbir değer taşımayacaktır.

Âyetin, put vb. varlıkları da tanrı gibi görmekle beraber evrenin tek yaratıcısının Allah olduğunu kabul eden müşriklerin yanı sıra, tek tanrı inancına sahip olduğu halde Allah’ın zât ve sıfatları hakkında saçma tartışmalara dalan yahudileri ve bütün insanların rabbinin bir olduğuna inandıkları halde tanrı kavramını parçalayan ve peygamberlerine ulûhiyyet izâfe edecek kadar ileri giden hıristiyanları da kapsadığı söylenebilir. Fakat tefsirlerde genellikle, bazı yahudilerin Resûlullah’a iman eden kişileri bu inançtan caydırmak için çaba harcadıkları, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının daha önce olduğu argümanından yararlanarak demagoji yaptıkları yönündeki bir rivayet esas alınmaktadır. Âyetin “O’nun çağrısı” şeklinde çevirdiğimiz “lehû” kısmındaki zamirin genellikle “Allah” lafzının yerini tuttuğu düşünülmüş ve “yani O’nun dini veya peygamberi” kabul edildikten sonra açıklaması yapılmıştır (Taberî, XXV, 18-19; İbn Atıyye, V, 31; Râzî, XXVII, 159). Derveze bu hususu izah ederken, Mekke döneminde Hz. Peygamber’in çağrısına icâbet edenlerin, önceki dinleri, etnik kökenleri ve sosyal tabakaları bakımından hemen hemen insanlığın bütün kesimlerini temsil edecek çeşitlilikte olduğu tarzında bir yorum yapar (V, 170-172; yakın bir yorum için bk. Ateş, VIII, 183-184). Belirtilen tesbitin isabet derecesi bir yana, bu yaklaşım benimsendiğinde âyete “O’nun dinine hemen her kesimden icâbet edenler bulunduğuna göre, Allah hakkında tartışmaya kalkacakların delilleri rableri katında geçersizdir” şeklinde bir mâna verilmiş olmaktadır. Her iki tarafta aklî muhâkemesi güçlü ve bilgili kişiler bulunduğu dikkate alındığında, bu yorumun pek mâkul olmadığı söylenebilir. Burada amaç Allah hakkındaki tartışmanın geçersizliğini her kesimden O’nun çağrısına uyanların bulunmasına bağlamak değil, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edenlerin bulunmasını takiben artık ona tâbi olanlarla olmayanlar arasında Allah hakkında bir tartışmanın gereksizliğini belirtmek ve müslümanları bu konuda uyarmaktır. Nitekim 15. âyette “Sizinle bizim aramızda ortak bir kanıt yok” diye çevirdiğimiz cümle bu anlayışı teyit etmektedir. Farklı inanç grupları arasında verilecek nihaî hükme ilişkin bir âyetin tefsiri sırasında bu husus açıklanmıştır (bk. Hac 22/17).

Şûrâ 17. Ayet Yazılış ve Meâli

اَللّٰهُ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْمٖيزَانَؕ وَمَا يُدْرٖيكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ قَرٖيبٌ
١٧
Meâl: Hak ve hakikat içerikli kitabı ve o sayede ölçü ve dengeyi gönderen Allah’tır. Nereden bileceksin, kıyamet vakti belki de çok yakın!

Şûrâ 17. Ayet Tefsiri

Kitab kelimesiyle peygamberlere indirilen ilâhî mesajlar bütününün (İbn Atıyye, V, 31; Zemahşerî, III, 401) veya Kur’an-ı Kerîm’in (Taberî, XXV, 20) kastedildiği yorumları yapılmıştır; Hadîd sûresinin 25. âyeti birinci yorumu teyit etmektedir.

“Ölçü ve denge” diye tercüme edilen kelimenin âyetteki karşılığı mîzândır. Bu kelime birçok âyette “tartı” anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda ise müfessirlerin çoğunluğu tarafından adaletmânasında anlaşılmıştır. Bazı müfessirler bu kelime için, “ilâhî kitaplarda insanın yapması gerekenlerle ilgili olarak açıklananlar yani davranış ölçüleri”, bazıları da “kulluk çağrısına uymanın ödüllendirilmesi ve Allah’a başkaldırmanın cezalandırılması” yorumunu yapmışlardır (Şevkânî, IV, 608). Âyetin bağlamı ve konuya ilişkin başka âyetler ışığında bu kelime “ölçü, denge, denge kanunu, iyiyi kötüden doğruyu eğriden ayırt etme yeteneği, davranışları değerlendirme kriteri, adalet duygusu” gibi mânalarla da açıklanabilir. Adaleti gerçekleştirme, düzgün biçimde ölçmek ve değerlendirmekle mümkün olduğuna göre, bunu sağlamak için maddî varlıklarda tartı âletine, mânevî konularda ise akıl ve ruhun belli donanımlarına, varlık ve olaylar arasında gerekli dengeyi kuracak muhakeme gücüne ihtiyaç vardır (İbn Atıyye, V, 31; adalethakkında bilgi için bk. Nisâ 4/58, 135; A‘râf 7/159, 181; Nahl 16/90).

Yüce Allah’ın kitabı indirmesi, ölçü ve dengeyi var etmesinden bahsedilmesinin âyetin sonundaki şu cümleye fikrî hazırlık amacı taşıdığı anlaşılmaktadır: “Kıyamet vakti belki de çok yakın!” Buna göre âyetin anlamı şu olmaktadır: Evreni yaratan, ilâhî bildirimlerde bulunan, ölçü ve dengeyi var eden yüce yaratıcının böylesine bir düzeni gayesiz, boş yere kurmuş olması düşünülemez; bilinmeli ki bu dünyada yapılıp edilenlerin ölçülüp değerlendirileceği ve sonuçlarının görüleceği bir gün mutlaka gelecektir. Birçok âyet bu yorumu desteklemektedir. Zemahşerî ise âyetin başı ve sonu arasındaki bağı şöyle açıklar: Kıyamet, öldükten sonra dirilmek, hesap gününün gelmesi ve adaletin icrası için tartıların işletilmesi demektir; şu halde âyette âdeta “Allah size, hesaba çekileceğiniz, amellerinizin tartılıp herkese hak ettiğinin verileceği gün gelmeden önce adalet ve eşitlikle muamele etmenizi ve dinlerin gereklerine uymanızı buyurdu” denmektedir (III, 401). “Nereden bileceksin?” anlamındaki ifade muayyen bir kişiye hitap olmayıp âyetin bütün muhataplarını kıyamet gerçeği üzerinde düşünmeye çağırmaktadır (İbn Âşûr, XXV, 68-69).

Şûrâ 18. Ayet Yazılış ve Meâli

يَسْتَعْجِلُ بِهَا الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِهَاۚ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مُشْفِقُونَ مِنْهَاۙ وَيَعْلَمُونَ اَنَّهَا الْحَقُّؕ اَلَٓا اِنَّ الَّذٖينَ يُمَارُونَ فِي السَّاعَةِ لَفٖي ضَلَالٍ بَعٖيدٍ
١٨
Meâl: Ona inanmayanlar onun çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise gerçek olduğunu bilerek ondan kaygılanmaktalar. Şu iyi bilinmeli ki, kıyameti tartışma konusu yapanlar derin bir sapkınlık içindedirler.

Şûrâ 18. Ayet Tefsiri

Ona inanmayanlar onun çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise gerçek olduğunu bilerek ondan kaygılanmaktalar. Şu iyi bilinmeli ki, kıyameti tartışma konusu yapanlar derin bir sapkınlık içindedirler.

Şûrâ 19-20. Ayet Yazılış ve Meâli

اَللّٰهُ لَطٖيفٌ بِعِبَادِهٖ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ الْقَوِيُّ الْعَزٖيزُࣖ
١٩
مَنْ كَانَ يُرٖيدُ حَرْثَ الْاٰخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فٖي حَرْثِهٖۚ وَمَنْ كَانَ يُرٖيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِهٖ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ نَصٖيبٍ
٢٠
Meâl: Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğine rızık verir. Güçlü ve üstün olan da O’dur. Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.

Şûrâ 19-20. Ayet Tefsiri

İnsanın, bütün istek, eğilim ve çalışmalarına, dünya-âhiret den­ge­sini gözeterek ve sahip olduğu veya olabileceği bütün imkânların da yüce Allah’ın lutfu olduğunu asla gözden uzak tutmadan yön vermesi gerekir. 20. âyette âhiret kurtuluş ve saadetini samimiyetle isteyen için sadece istediğinin değil fazlasının da verileceği, dünya nimetlerini yeterli gören için ise istediklerinin bir kısmının karşılanacağı ama âhiretten yana bir payının olmayacağı belirtilmiştir. Dünya hayatından söz eden âyetlerde insanın dünya için çalışmaması ve nimetlerinden kendini yoksun bırakması gibi bir hedefin gösterildiğine asla rastlanmaz. Sadece, insanın doğasındaki dünya tutkusu ve yaşama arzusu gerçeğinden hareketle, bu tutkuyu dizginlememenin kötü sonuçlar getirebileceği ve asıl kalıcı hayatın âhirette olacağı yönünde uyarılar yapılır. Zaten âhiret kurtuluş ve saadetini özendiren âyetlerin kişiyi dünyadan tamamıyla soyutlanmış faaliyetlere yönlendirdiği de söylenemez. Zira âhiret kaygısı taşıyarak adım atmak, –son tahlilde– dünya hayatının insana yaraşır biçimde, dirlik ve düzenlik içinde olması sonucunu da doğuracaktır. Nitekim dünya veya âhiret mutluluğunu arzulama konusundaki yaklaşımların değerlendirildiği –ve bu konudaki açıklamaların özeti sayılabilecek– bir âyette her iki hayatta güzellik ve mutluluğu dileyenler övülmüştür (bk. Bakara 2/201; Âl-i İmrân 3/145).

20. âyette iki defa geçen hars kelimesi sözlükte, “tarlayı sürmek, toprağı işleyip tohum atmak, ekilmiş tarla, ondan elde edilen mahsul” gibi mânalara gelir. Bu mâna ile bağlantılı olarak, “ileride kazanmak için yapılan çalışmalar ve onların sonuç ve semereleri” anlamında da kullanılır. Âyette kastedilen mânanın da bu olduğu anlaşılmaktadır (Şevkânî, IV, 610; Elmalılı, VI, 4237); bu sebeple kelime, meâlde “kazanç” şeklinde karşılanmıştır.

Aynı âyette gerek dünya gerekse âhiret hayatıyla ilgili yönelişler “kim isterse” şeklinde belirtilerek eylemlerimizde niyet ve iradenin önemine dikkat çekilmiştir. 19. âyette işaret edildiği üzere, karşılaşacağımız sonuçları meydana getiren üstün irade yüce Allah’a ait olmakla beraber, bize de bu sonuçlarla ilgili bir tercih imkânı ve irade gücü verilmiştir. Şu halde bizim sorumluluğumuz açısından önemli olan o sonuçları gerçekleştirmek değil, istemek ve o yönde çaba sarf etmektir (niyet ve irade konusunda ayrıca bk. Bakara 2/7, 284; Âl-i İmrân 3/145; Nisâ 4/117;). İndiği dönemin şartları dikkate alınarak 19 ve 20. âyetlerin, Mekke müşriklerinin sahip oldukları maddî imkânlarla övünüp bunu kendilerinin Allah katında daha itibarlı kimseler olduğunu gösteren bir delil gibi kullanmalarını reddetme anlamı taşıdığı da düşünülebilir. Böylece, insanların dünya hayatındaki durumlarının gerçekte Allah’ın koyduğu hikmetli yasalara göre şekillendiği, ama burada iyi imkânlara sahip olmanın âhiret kaygısı taşımayanlar için orada bir yarar sağlamayacağı belirtilmiş olmaktadır.

Şûrâ 21. Ayet Yazılış ve Meâli

اَمْ لَهُمْ شُرَكٰٓؤُ۬ا شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدّٖينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللّٰهُؕ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْؕ وَاِنَّ الظَّالِمٖينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ
٢١
Meâl: Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah’ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar? Nihaî hükümle ilgili söz (hesabın âhirete bırakılması) olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Ama o zalimler için can yakıcı bir azap var!

Şûrâ 21. Ayet Tefsiri

Önceki ilâhî dinlerin mensuplarının kendi dinleri hakkında ayrı­lığa düşüp parçalanmalarından söz eden âyetleri takiben burada da müşriklerin, dinin temeli ve kaynağı konusundaki ayrılıklarına, yani bütün ilâhî dinlere karşı çıkıp sapkınlık ve inkârcılık önderlerinden şirk dinini almaları konusuna geçilmektedir. Âyette soru ifadesinin kullanılması, bir yandan Allah’ın izin vermediği dinî kurallar konmasını kınama, diğer yandan da şirki bir tür din olarak empoze edenleri eleştirme anlamı taşımaktadır. Kendileri için din koyan ortaklar ile onlara şirki cazip gösteren şeytanların veya taptıkları putların kastedilmiş olması da muhtemeldir ki müfessirler genellikle –bizim de meâlde tercih ettiğimiz– bu iki mânayı esas almışlardır (meselâ bk. Zemahşerî, III, 401-402; Râzî, XXVII, 163; âyetin ikinci cümlesinin izahı için bk. 14-15. âyetlerin tefsiri).

Şûrâ 22. Ayet Yazılış ve Meâli

تَرَى الظَّالِمٖينَ مُشْفِقٖينَ مِمَّا كَسَبُوا وَهُوَ وَاقِـعٌ بِهِمْؕ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فٖي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِۚ لَهُمْ مَا يَشَٓاؤُ۫نَ عِنْدَ رَبِّهِمْؕ ذٰلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبٖيرُ
٢٢
Meâl: Zalimlerin yaptıklarından ötürü korkuya kapıldıklarını göreceksin; ama bu mutlaka başlarına gelecek. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar ise cennet bahçelerinde olacaklar. Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır. İşte büyük lutuf budur.

Şûrâ 22. Ayet Tefsiri

Zalimlerin yaptıklarından ötürü korkuya kapıldıklarını göreceksin; ama bu mutlaka başlarına gelecek. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar ise cennet bahçelerinde olacaklar. Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır. İşte büyük lutuf budur.

Şûrâ 23. Ayet Yazılış ve Meâli

ذٰلِكَ الَّذٖي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِؕ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراً اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰىؕ وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فٖيهَا حُسْناًؕ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
٢٣
Meâl: Allah’ın, iman edip dünya ve âhirete faydalı işler yapan kullarına verdiği müjde işte bu! De ki: “Sizden akrabalık sevgisinden başka bir karşılık istemiyorum.” Kim çaba harcayıp bir iyiliği gerçekleştirirse bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve iyiliği asla karşılıksız bırakmaz.

Şûrâ 23. Ayet Tefsiri

“Sizden akrabalık sevgisinden başka bir karşılık istemiyorum” şeklinde çevrilen cümle ile Resûl-i Ekrem’den, getirdiği müjde karşılığında hiçbir ücret talep etmediğini, ama müjdeyi hak etmeleri için kendilerinin de yapılan çağrıya gönül vermeleri, ona yakınlık hissetmeleri ve buna uygun bir çaba harcamaları gerektiğini bildirmesi istenmektedir. Gerek âyetin devamındaki ifade gerekse önceki âyetin içeriği bazı ilk dönem müfessirlerince yapılan bu yorumu desteklemektedir (Taberî, XXV, 25-26; Şevkânî, IV, 611). Fakat İbn Abbas’tan yapılan bir nakil ve “yakınlığa sevgi duyma” diye çevirdiğimiz kurbâ kelimesinin “akrabalık bağı” anlamı esas alınarak bu cümle için daha çok şu yorum yapılmıştır: Peygamberliğimi ve herkes için rahmet olarak gönderilmiş olmamı tanımıyorsanız, bari aramızdaki akrabalık bağına binaen bana sevgi gösterin, düşmanlık yapmayın; sizden hiç değilse bu konudaki haklara riayet etmenizi istiyorum. Bazıları da –burada müminlere hitap edildiğini düşünüp– bu kelimenin “yakınlar” anlamına göre cümleye “Sizden sadece, benim yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum” mânasını vermişlerdir. Hatta bu yorumdan hareketle burada kastedilen yakınların Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve onların evlâtları olduğu ileri sürülmüştür (Birçok müfessirin bu âyetin tefsirinde Peygamber ailesine sevgi beslemenin önemine ilişkin nakillere ağırlık verdiği görülür). Müslümanları Hz. Muhammed’in ailesine özel bir muhabbet beslemeye yönelten başka deliller varken böyle bir yoruma gerek yoktur. Öte yandan, bu âyetin Resûl-i Ekrem’in Medine’ye geldiği sırada gerçekleşen bazı olaylar üzerine inmiş olduğuna dair haberler uydurmadır (İbn Âşûr, XXV, 83-84; bu konudaki rivayetler ve bazı değerlendirmeler için bk. Taberî, XXV, 22-26; Şevkânî, IV, 611, 613-615).

Âyetin, “Bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz” şeklin­de çevrilen kısmı daha çok, iyiliğe kat kat ecir verilmesi anlamıyla açık­lanmıştır. Bunun yanı sıra, kendisine daha güzelini yapma melekesi ihsan edilmesi mânasının bulunduğu da söylenebilir (Elmalılı, VI, 4242).

Şûrâ 24. Ayet Yazılış ve Meâli

اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباًۚ فَاِنْ يَشَأِ اللّٰهُ يَخْتِمْ عَلٰى قَلْبِكَؕ وَيَمْحُ اللّٰهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖؕ اِنَّهُ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
٢٤
Meâl: Yoksa onlar, “Allah hakkında bir yalan uydurdu” mu diyorlar? Halbuki Allah dilese senin kalbini de mühürler. Allah bâtılı siler ve gerçeği sözleriyle ortaya çıkarır. Şüphesiz O kalplerde olanı çok iyi bilmektedir.

Şûrâ 24. Ayet Tefsiri

“Halbuki Allah dilese senin kalbini de mühürler” anlamındaki cümlede asıl amaç Hz. Peygamber’i Allah’a karşı yalan uydurmakla itham edenlerin kendilerinin müfteri olduğunu ve bu çirkin fiillerinden dolayı kalplerinin mühürlenmiş bulunduğunu belirtmektir. Nitekim ardından “Allah bâtılı siler ve gerçeği sözleriyle ortaya çıkarır. Şüphesiz O kalplerdekileri çok iyi bilmektedir” buyurularak Resûlullah’a teselli verilmekte ve onların sözlerine aldırış etmemesi istenmektedir (a.g.e., VI, 4242). Burada “Senin Allah hakkında bir yalan uydurduğun farzedilse bile buna karşı çıkmak o müşriklere mi düşer! Diyelim ki böyle bir şey olsa Allah senin kalbini mühürlemeye, aklî muhâkemeni yok etmeye kadir değil mi?” şeklinde –Resûlullah’ı üzen putperestlere yönelik– bir azarlama anlamı bulunduğu yorumu da yapılmıştır (İbn Atıyye, V, 34-35; İbn Âşûr, XXV, 85-87).

Şûrâ 25. Ayet Yazılış ve Meâli

وَهُوَ الَّذٖي يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهٖ وَيَعْفُوا عَنِ السَّيِّـَٔاتِ وَيَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَۙ
٢٥
Meâl: Kullarının tövbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.

Şûrâ 25. Ayet Tefsiri

Allah Teâlâ’nın kulların tövbesini kabul etmesi ve kötülükleri bağışlaması ile ilgili ifadelerin mutlak oluşu, tövbe kapısının herkese açık olduğunu ve gerçekten pişmanlık duyup içtenlikle tövbe edenlerin her türlü günahının bağışlanabileceğini göstermektedir. Ancak, başka bazı deliller sebebiyle kul haklarına ilişkin günahlar bu kapsamın dışında görülmüş ve bunların bağışlanmasında ilgilileriyle helâlleşilmesi esas kabul edilmiştir (âhirette bu tür haklarla Allah’ın huzuruna gelenlere ilişkin bir tasvir için bk. Müslim, “Birr”, 15).

Şûrâ 26. Ayet Yazılış ve Meâli

وَيَسْتَجٖيبُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَزٖيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهٖؕ وَالْكَافِرُونَ لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ
٢٦
Meâl: İman edip rızâsına uygun işler yapanların dualarını kabul buyuran ve kendi lutfundan onlara fazlasını veren de O’dur. İnkârcılara gelince, onlar için çetin bir azap vardır.

Şûrâ 26. Ayet Tefsiri

Cümlenin ögeleriyle ilgili görüş ayrılığı dolayısıyla bazı müfessirlerce âyetin baş kısmına “İman edip iyi işler yapanlar (rablerinin çağrısına) uyarlar, O da kendi lutfundan onlara fazlasını verir” şeklinde mâna verilmiştir (Taberî, XXV, 29).

Şûrâ 27. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهٖ لَبَغَوْا فِي الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُؕ اِنَّهُ بِعِبَادِهٖ خَبٖيرٌ بَصٖيرٌ
٢٧
Meâl: Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.

Şûrâ 27. Ayet Tefsiri

Genellikle zihinleri meşgul eden ve akıl yahut tecrübe ile sağlıklı bir sonuca ulaşılamayan bir konuda, dünya hayatındaki imkânların kullar arasında hangi ölçüye göre paylaştırıldığı hususunda önemli bir gerçeğe değinilmekte, böylece önceki âyette geçen Allah Teâlâ’nın iman edip iyi işler yapanlara kendi lutfundan fazlasını vermesine ilişkin ifadenin doğru anlaşılmasına ışık tutulmaktadır. Âyeti –özetle– şöyle yorumlamak mümkündür: Şayet Allah dünya hayatında herkese zekâ, sağlık, yetenek, servet vb. nimetleri bol ve eşit biçimde vermiş olsa, dirlik düzenlikten söz edilemez, insanoğlu kendini geliştirme kaygısı taşımaz, düzenli bir çalışma hayatı, imkânların paylaştırılması için bir denge ve sistem arayışı (meselâ bir iktisat ilmi) olmaz, kısaca medeniyetler kurulamaz, dünyayı bir kaos sarardı. İyi ve kötü kriterine göre rızık verilmesi halinde ise insanın yaratılış amacı, hayatın ve ölümün var ediliş sebebi olan sınav ortamı teşekkül etmez, dünya hayatı anlamını yitirirdi. Âyet bu hususlara işaret yoluyla delâlet etmekle beraber, imkânların tevziindeki ölçünün ne olduğu sorusunu açık biçimde cevaplamaktadır: Kullarının durumunu çok iyi bilen ve gören yüce Allah rızkı kendi dilediği ölçüye göre vermektedir. Kul planında bu ölçüyü idrak mümkün değildir; ama kulun görevi, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak imkânları elde etmek için elinden gelen bütün çabayı harcamak ve verilenleri en iyi biçimde değerlendirmekle yükümlü olduğu bilincini daima korumaktır.

Şûrâ 28. Ayet Yazılış ve Meâli

وَهُوَ الَّذٖي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُؕ وَهُوَ الْوَلِيُّ الْحَمٖيدُ
٢٨
Meâl: İnsanlar bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. Gerçek dost ve koruyucu, her türlü hamde lâyık olan da O’dur.

Şûrâ 28. Ayet Tefsiri

İnsanlar bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. Gerçek dost ve koruyucu, her türlü hamde lâyık olan O’dur.

Şûrâ 29. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَثَّ فٖيهِمَا مِنْ دَٓابَّةٍؕ وَهُوَ عَلٰى جَمْعِهِمْ اِذَا يَشَٓاءُ قَدٖيرٌࣖ
٢٩
Meâl: Gökleri, yeri ve oralarda üretip yaydığı canlıları yaratması O’nun kanıtlarındandır. O dilediği zaman onları bir araya getirme gücüne de sahiptir.

Şûrâ 29. Ayet Tefsiri

Elmalılı bu âyetin tefsirinde –özetle– şöyle der: Âyetin açık ifadesine göre göklerde de canlılar vardır; Mücâhid de bu kanaattedir. Bazıları burada maksadın gökte uçuşan hayvanlar olduğunu belirtmişlerse de, âyeti böyle yorumlamak için bir zaruret yoktur (VI, 4242-4243).

Şûrâ 30. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُصٖيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْدٖيكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَثٖيرٍؕ
٣٠
Meâl: Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.

Şûrâ 30. Ayet Tefsiri

Musibet kelimesi “istenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelir. İnsanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek evrendeki fiziksel ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. Fakat başka âyetlerde hatırlatıldığı üzere bütün insanlar kusurlarının tamamından dolayı dünyada bire bir cezalandırılmış olsa dünya altüst olurdu; işte âyetin devamında yüce Allah’ın bunların birçoğunu affettiği, başka bazı âyetlerde de nihaî hüküm ve cezanın âhirete ertelendiği ifade edilmiştir.

Sabırlarının sınanması, ruhen olgunlaşmalarına, sevap ve yüksek mertebe elde etmelerine yahut günahlarının bağışlanmasına vesile kılınması gibi sebeplerle, kusuru ve günahı olmadığı halde bazı insanların sıkıntı ve felâketlere mâruz bırakılabildiğini gösteren âyet ve hadislerde ise (bk. Zemahşerî, III, 405; Süleyman Uludağ, “Belâ”, DİA, V, 380), burada belirtildiği anlamda yani son tahlilde o kişinin aleyhine sayılabilecek, gerçekten “kötü” olarak nitelenebilecek bir durum söz konusu olmadığı için, onları burada kastedilen “musibet”in kapsamı dışında düşünmek uygun olur. Bu noktaya açıklık getirmek amacıyla birçok müfessir burada sadece günahkârlara hitap edildiği yorumunu yapmıştır (Zemahşerî, III, 405; Beyzâvî, V, 412-413). Muhammed Esed ise muhtemelen aynı kaygı ile yani Kur’an’ın diğer ifadeleri ve İslâmî öğretilerle çelişmeyen bir izah olması için buradaki musibeti öteki dünyada karşılaşılacak felâketler şeklinde yorumlamıştır (II, 989, 990).

Şûrâ 31-35. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِزٖينَ فِي الْاَرْضِۚ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ
٣١
وَمِنْ اٰيَاتِهِ الْجَوَارِ فِي الْبَحْرِ كَالْاَعْلَامِؕ
٣٢
اِنْ يَشَأْ يُسْكِنِ الرّٖيحَ فَيَظْلَلْنَ رَوَاكِدَ عَلٰى ظَهْرِهٖؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍۙ
٣٣
اَوْ يُوبِقْهُنَّ بِمَا كَسَبُوا وَيَعْفُ عَنْ كَثٖيرٍؗ
٣٤
وَيَعْلَمَ الَّذٖينَ يُجَادِلُونَ فٖٓي اٰيَاتِنَاؕ مَا لَهُمْ مِنْ مَحٖيصٍ
٣٥
Meâl: Siz, dünyanın hiçbir yerinde O’nun gücünün önünde duramazsınız. Sizin için Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcı yoktur. Denizde (yelkenlerini) bayraklar gibi (açarak) süzülüp giden gemiler de O’nun kudretinin kanıtlarındandır. O dilese rüzgârı dindirir de gemiler denizin üzerinde hareketsiz kalıverirler. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yahut yapıp ettiklerinden dolayı onları batırıp içindekileri helâk eder; birçoğunu da bağışlar. Böylece âyetlerimize karşı mücadele verenler bilsinler ki kendileri için kaçacak yer yoktur.

Şûrâ 31-35. Ayet Tefsiri

31, 32, 33, 34, 35 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Şûrâ 36-39. Ayet Yazılış ve Meâli

فَمَٓا اُو۫تٖيتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ وَاَبْقٰى لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ
٣٦
وَالَّذٖينَ يَجْتَنِبُونَ كَـبَٓائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَاِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَۚ
٣٧
وَالَّذٖينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَࣕ وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْࣕ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۚ
٣٨
وَالَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنْتَصِرُونَ
٣٩
Meâl: Size verilen her şey dünya hayatının geçici zevklerinden ibarettir. Allah katında olanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır. Bunlar, iman eden ve rablerine dayanıp güvenenler içindir. Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, öfkelendiklerinde dahi bağışlarlar. Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri de aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar. Onlara haksız bir saldırı yapıldığında elbirliğiyle kendilerini savunurlar.

Şûrâ 36-39. Ayet Tefsiri

Bireylerinin çoğu, başta inanç alanı olmak üzere birçok konuda bağnaz bir tutum sergiledikleri ve karanlık bir zihniyeti temsil ettikleri için Câhiliye toplumu olarak nitelenen sosyal yapıda köklü bir değişim meydana getirerek insanlık için örnek bir nesil ortaya çıkarmayı hedefleyen Kur’an, bu âyetlerde, daha Mekke dönemindeyken, imanın aksiyona dönüşmesini istemekte, kişinin hem Allah’a karşı vecîbelerini yerine getirirken hem de başkalarıyla ilişkilerini düzenlerken vazgeçemeyeceği bazı hayat düsturları vermektedir. Her şeyden önce insan bu dünyada sahip olduğu imkânlara kendi hünerinin ürünü olarak bakmamalı, bunların kendisine “verilmiş” olduğunu iyi kavramalı, bunların geçici, Allah katındakilerin ise kalıcı olduğunu, kalıcı nimetleri hak etme yolunun da imandan ve Allah’a dayanıp güvenmekten geçtiğini unutmamalıdır. Bu yolda güvenli bir yürüyüş için esas alınması gereken bazı ilkelere 37-39. âyetlerde, övgüye lâyık müminlerin örnek davranışlarını tanıtma tarzında işaret edilmiştir: İnsan –başka birçok âyette belirtildiği üzere– şeytanın sürekli telkinleri altında olup günaha ve hayâsızlığa zorlanmaktadır; iyi mümin günah konusunda kendisinden emin olan değil, iradesini kullanıp olabildiğince bunlardan –özellikle büyük günahlardan– kaçınmaya çalışan kimsedir. İnsan, tabiatı gereği öfkelenebilir; erdemlilik asla öfkelenmemek değil böyle bir durumda öfkesine mağlûp olmamak, gerektiğinde özveride bulunabilmek ve bağışlayıcı davranabilmektir (bu konuda bk. Âl-i İmrân 3/134). Rabbinin çağrısına uymak yani Allah ve resulünün bildirdiklerine, başka faktörlerin etkisiyle değil, içtenlikle bağlılık göstermek, kulluk görevini ihmal etmemenin somut göstergesi olarak namazı özenle kılmak, meselelerin çözülmesinde istişare yolunu izlemek, kendilerine verilen imkânları başkalarıyla paylaşmaktan sevinç duymak, haksız saldırılara karşı ortak tavır almak da iyi müminin vasıfları arasında sayılmıştır. Öfkelendiğinde bağışlayıcı olmak bir erdem olduğu gibi haksız tecavüze karşı direnme de bir erdemdir (Şevkânî, IV, 618-619; günah çeşitleri ve büyük günah hakkında bilgi için bk. Nisâ 4/31. “Hayasızlıklar” diye çevrilen ve fâhişe kelimesinin çoğulu olan fevâhiş, “çirkin işler, kötülükler” şeklinde de tercüme edilebilir, bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/135; En‘âm 6/151; Şûrâ ve istişâre hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/159).

Şûrâ 40-43. Ayet Yazılış ve Meâli

وَجَزٰٓؤُ۬ا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَاۚ فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمٖينَ
٤٠
وَلَمَنِ انْتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهٖ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَبٖيلٍؕ
٤١
اِنَّمَا السَّبٖيلُ عَلَى الَّذٖينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّؕ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ
٤٢
وَلَمَنْ صَبَرَ وَغَفَرَ اِنَّ ذٰلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْاُمُورِࣖ
٤٣
Meâl: Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür; ama kim bağışlar, düzeltme yolunu tutarsa onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O haksızlık edenleri sevmez. Haksızlığa uğradığı için karşılık verenlere gelince, onlar aleyhine bir yol tutulamaz. Kınama ve cezalandırma ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere saldırıda bulunanlara yöneliktir. Onlar için elem verici bir azap da vardır. Ama kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu güçlü irade gerektiren işlerdendir.

Şûrâ 40-43. Ayet Tefsiri

Müslümanların, inanç özgürlüğü tanımayan putperest Mekke­liler’in ağır baskıları altında yaşadıkları ve henüz suçlunun kamu adına cezalandırılmasını sağlayacak bir örgütlenmeye sahip olmadıkları bir dönemde inen bu âyetlerde dahi müminler, başkasının hakkına saldırı niteliği taşıyan bir eyleme karşı gösterilen toplumsal ve bireysel tepkinin mahiyeti ve sonuçları, yani bir bakıma suç ve cezanın fikrî temelleri üzerinde düşünmeye yöneltilmektedir. Yakın gelecekte medenî bir toplumun kurulmasına öncülük edecek olan Resûlullah’ın ashabı, bireyler ve toplumlar arası ilişkilerde önemli bir konuda, saldırıya karşılık verilmesi halinde haklılık sınırlarının aşılmaması, amaca uygunluk ve denklik ilkelerine riayet edilmesi hususunda fikren hazırlanmaktadır. Özellikle 39 ve 41. âyetler bazı müfessirlerce müslümanlar ile müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerle sınırlandırılarak açıklanmış olmakla beraber, Taberî’nin ısrarla belirttiği üzere buralarda yüce Allah herhangi bir ayırım ve sınırlandırma yapmaksızın, haksız saldırıya uğradığı için hakkını korumaya ve zalime haddini bildirmeye çalışan herkesi övmüştür (XXV, 37-38, 39-40. Gerek ceza hukuku alanındaki gerekse haksız fiillerle verilen zararların tazmini konusundaki fıkhî hükümlerin birçoğunun belirlenmesinde 40. âyetin önemli bir dayanak teşkil ettiği hakkında bilgi için bk. Râzî, XXVII, 178-181).

Bütün insanlığa ışık tutan bu âyetlerde özetle şu hususlara dikkat çekildiği söylenebilir: İster sebepsiz yere isterse bir kötülüğe karşılık verirken sınırı aşmak suretiyle olsun, başkalarına haksızlık edilmesi Allah’ın hoşnut olmadığı bir davranıştır. Şayet cezalandırma yolu seçilmişse, kötülüğü yapan kişi o eylemin kötülüğünü kendisine hissettirecek nitelikte ve ona denk bir karşılık görmelidir; ama konu şahsî bir hakla ilgiliyse bağışlama ve düzeltme yolunun seçilmesi hak sahibini ziyana sokmaz, onun Allah katındaki mükâfatı mahfuzdur. Öte yandan haksız saldırıyı önlemeye çalışmak ve meşrû müdafaa ölçüleri içinde karşılık vermek, kınamayı ve cezayı gerektiren bir eylem değildir, hatta -yukarıda belirtildiği üzere- yerine göre bir erdemdir; fakat olabildiğince sabredip özveride bulunmak da büyük bir erdemdir. Bazı müfessirler bu âyetlerin tefsiri sırasında, bir hakkın kamu otoritesi vasıtasıyla alınması hususunda fikir birliği bulunduğuna işaret ettikten sonra ihkāk-ı hak (hak sahibinin bizzat hakkını alması) konusundaki görüş ayrılıklarına değinirler (meselâ İbn Atıyye, V, 39-40). Esasen bu, –bu âyetlerden çok– başka deliller ışığında incelenmesi gereken bir konudur.

Şûrâ 44-48. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ وَلِيٍّ مِنْ بَعْدِهٖؕ وَتَرَى الظَّالِمٖينَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَ يَقُولُونَ هَلْ اِلٰى مَرَدٍّ مِنْ سَبٖيلٍۚ
٤٤
وَتَرٰيهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِعٖينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّؕ وَقَالَ الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ الْخَاسِرٖينَ الَّذٖينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْلٖيهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِؕ اَلَٓا اِنَّ الظَّالِمٖينَ فٖي عَذَابٍ مُقٖيمٍ
٤٥
وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ يَنْصُرُونَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِؕ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ سَبٖيلٍؕ
٤٦
اِسْتَجٖيبُوا لِرَبِّكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللّٰهِؕ مَا لَكُمْ مِنْ مَلْجَاٍ يَوْمَئِذٍ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَكٖيرٍ
٤٧
فَاِنْ اَعْرَضُوا فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظاًؕ اِنْ عَلَيْكَ اِلَّا الْبَلَاغُؕ وَاِنَّٓا اِذَٓا اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَاؕ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْدٖيهِمْ فَاِنَّ الْاِنْسَانَ كَفُورٌ
٤٨
Meâl: Allah kimi sapkınlığıyla baş başa bırakırsa, artık onun bir velîsi olmaz. Azapla yüz yüze geldiklerinde zalimlerin, “Geri dönmenin bir yolu yok mu?” diye feryat ettiklerini göreceksin. Yine ateşe atılırlarken onların, aşağılanmaktan ötürü başları eğik halde göz ucuyla etrafa baktıklarını göreceksin. İman edenler de, “Gerçek anlamda kayba uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem kendilerine uyanları ziyan edenlermiş meğer!” diyecekler. İyi bilinmeli ki zalimler sürekli bir azap içinde olacaklardır. Onların Allah’a karşı kendilerine yardım edebilecek dostları yoktur. Allah sapkınlığı ile baş başa bırakmış ise onun için artık kurtuluşa çıkan bir yol da yoktur. Allah’ın hükmü gereği, geri çevrilemez olan bir gün gelmeden önce rabbinizin çağrısına uyun. O gün sizin için ne bir sığınak ne de bir inkâr yolu vardır. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, bil ki biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Şu bir gerçek ki, biz insana rahmetimizi tattırdığımız zaman ona sevinir; yapıp ettiklerinden ötürü başlarına bir fenalık geliverse, o zaman da insan pek nankör olur.

Şûrâ 44-48. Ayet Tefsiri

44, 45, 46, 47, 48 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Şûrâ 49-50. Ayet Yazılış ve Meâli

لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُؕ يَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ اِنَاثاً وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ الذُّكُورَۙ
٤٩
اَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَاناً وَاِنَاثاًۚ وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَٓاءُ عَقٖيماًؕ اِنَّهُ عَلٖيمٌ قَدٖيرٌ
٥٠
Meâl: Göklerin ve yerin egemenliği Allah’a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.

Şûrâ 49-50. Ayet Tefsiri

Bir önceki âyette insanoğluna ilâhî bir rahmet tattırıldığında sevinip şımardığı, ama istemediği bir durumla karşılaşınca nankörlük ettiği belirtildikten sonra burada Kur’an’ın geldiği dönemde ve toplumda bu tavrın çok açık bir örneğine, çocuk sahibi olma ve çocukların cinsiyeti konusundaki anlayışa değinilmektedir. Câhiliye dönemi Arapları, çocuğun meydana gelmesi ve özellikle cinsiyetinin belirlenmesini yüce Allah’ın irade ve kudretine bağlamak yerine insanlara nisbet edercesine; bu konuyu övme, övülme, kınama ve kınanma sebebi sayıyorlardı. Esasen değişik toplumlarda görülegelen ve günümüzde de yer yer açık veya gizli biçimde insanlar üzerinde etkisini hissettiren bu telakki Kur’an tarafından mahkûm edilmiştir. Müfessirlerin, bu âyetlerin ifade özelliklerinden hareketle ve daha çok kendi zamanlarının bilgi ve anlayışından etkilenerek yaptıkları yorumların çoğu burada verilmek istenen mesaj açısından aydınlatıcı görünmemektedir.

Bu âyetlerde biri inanç diğeri ahlâk alanıyla ilgili iki ana tema dikkati çekmektedir. İnançla ilgili olarak şu mesajın verilmek istendiği söylenebilir: Evrendeki hiçbir varlık ve oluş yüce Allah’ın hükümranlığı dışında düşünülmemelidir; insanlar için büyük önem taşıyan çocuk sahibi olma ve çocuğun cinsiyeti konusunda –tıbbî müdahalelerin etkileri dahil olmak üzere– insan irade ve çabasının ürünü gibi görünen sonuçların da gerçekte ilâhî iradeden bağımsız olmadığı ve Allah Teâlâ’nın koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiği asla göz ardı edilmemelidir. Buna bağlı olarak verilmek istenen ahlâkî mesaj da şu olmaktadır: 49. âyetin lafızlarından açıkça anlaşıldığı üzere, ister kız ister erkek cinsinden olsun, doğan her çocuk Allah’ın bağışı ve armağanı olduğuna, erkek ve kız çocuklarına birlikte sahip olmak da kısır kalmak da ilâhî iradeye bağlı bulunduğuna göre, çocuk sahibi olma veya olamama, kız veya erkek çocuğunun dünyaya gelmesi insanlar için bir övgü veya yergi konusu olmamalı, bir üstünlük ya da kusur gibi görülmemelidir. Kulun görevi, çocuk sahibi olmuşsa –bazı âyetlerde dünya hayatının süsü olarak nitelenen– bu armağanı veren Allah’a şükretmek, istediği veya gerekli meşrû sebeplere tevessül ettiği halde çocuk sahibi olamamışsa –sınav alanı olan dünya hayatında insanların sağlık, vücut tamlığı vb. bütün nimetlerde eşit tutulmadıklarını dikkate alarak– sabretmektir. İnsanın çocuk sahibi olmayı ve bunun mutluluğunu yaşamayı arzu etmesi doğaldır ve din bunu kınamaz. Fakat ister bu ister başka konuda bir kimsenin gerçekleşmesini arzuladığı bir sonucu kendi hayatı ve mutluluğu için vazgeçilmez görmesi sonuçta kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu daha çok kendisinin bildiği iddiasında bulunması gibi bir anlam taşır. Böyle bir tutumun yanlışlığı ve ilâhî takdire rıza göstermeme anlamı taşıdığı ise açıktır. Bu yanlışlığa düşülmemesi için Kur’an’ın yaptığı uyarılardan biri şöyledir: “Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara 2/216). Kaldı ki böyle bir durumda kişinin kendisini şartlandırıp gücü ve iradesi dışındaki bir sonucun meydana gelmesini isteme uğruna hayatını karartması yerine, sahip olduğu nimet ve imkânları başkalarıyla paylaşmaya çalışması, meselâ kimsesiz çocuklarla ilgilenmenin mutluluğunu yaşaması ve bunun ecrini Allah’tan beklemesi daha akılcı, hem dünya hem âhiret saadeti için daha elverişli bir yoldur.

Şûrâ 51. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْياً اَوْ مِنْ وَرَٓائِ۬ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِيَ بِاِذْنِهٖ مَا يَشَٓاءُؕ اِنَّهُ عَلِيٌّ حَكٖيمٌ
٥١
Meâl: Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip, izni ile, dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O çok yücedir, engin hikmet sahibidir.

Şûrâ 51. Ayet Tefsiri

Cenâb-ı Allah’ın bir insanla ancak burada sayılan yollardan biriyle konuştuğu belirtilmekte, çok yüce ve engin hikmet sahibi olan Allah’ın kelâmının bir insanın hemcinsleriyle konuşması gibi tasavvur edilmemesi gerektiğine işaret edilmektedir (vahyin mahiyeti, çeşitleri ve bu âyette sayılan yolların açıklaması için bk. Giriş; Allah’ın konuşması hakkında bilgi için bk. Bakara 2/253; Nisâ 4/164; A‘râf 7/143).

Şûrâ 52-53. Ayet Yazılış ve Meâli

وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحاً مِنْ اَمْرِنَاؕ مَا كُنْتَ تَدْرٖي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْاٖيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُوراً نَهْدٖي بِهٖ مَنْ نَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِنَاؕ وَاِنَّكَ لَتَهْدٖٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍۙ
٥٢
صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذٖي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ اَلَٓا اِلَى اللّٰهِ تَصٖيرُ الْاُمُورُ
٥٣
Meâl: İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir ruh (Kur’an) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun; ama şimdi onu, dilediğimiz kullarımızı sayesinde doğruya eriştirdiğimiz bir ışık kıldık. Hiç şüphe yok ki sen doğru yolu, göklerin ve yerin yegâne sahibi olan Allah’ın yolunu göstermektesin. İyi bilinmeli ki bütün işler dönüp dolaşır Allah’a varır.

Şûrâ 52-53. Ayet Tefsiri

Müfessirlerin genel kanaatine göre 52. âyetin metninde geçen ruh kelimesi mecazi bir anlamda ve Kur’an-ı Kerîm için kullanılmış olup, asıl anlamıyla bağlantılı olarak “insana hayat veren ilâhî mesaj” şeklinde açıklanmıştır. Fakat bu kelimenin burada vahiy meleği Cebrâil veya peygamberlik anlamında kullanıldığı kanaatini taşıyanlar da vardır (Hâzin, V, 419); Derveze’nin “Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre burada ruh kelimesiyle melek Cebrâil kastedilmiştir” şeklinde verdiği bilgi (V, 196) kaynaklardaki bilgiyle uyumlu görünmemektedir (bk. Taberî, XXV, 46; Zemahşerî, III, 409-410; İbn Atıyye, IV, 44).

Hz. Muhammed kendisine peygamberlik verilmeden önce de putperestlikten uzak duruyor, özellikle ahlâkî erdemleriyle yakın çevresinin dikkatini çekiyordu. Peygamber olduğunu açıkladıktan ve tevhid çağrısına başladıktan sonra ona karşı sert bir mücadele başlatan Mekke’nin ileri gelenleri kendisiyle çok çetin tartışmalara girmelerine rağmen onun daha önce kendileriyle birlikte putlara taptığı yönünde bir argüman ileri sürememiş ve ahlâkî üstünlüğüne gölge düşürebilecek en küçük bir ithamda bulunamamışlardı. Şu halde 52. âyetin “Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” diye çevrilen kısmını bu olgu ışığında şöyle açıklamak uygun olur: Sen daha önce sana verilen kitabın içeriğini ve bütün iman konularını bilmiyordun, bunların hakikatini idrak etmiş değildin. Nitekim bazı âyetlerde iman kelimesi “İslâmiyet, Allah’ın buyruklarına uygun olarak yapılan ameller ve yaşanan Müslümanlık” anlamında kullanılmıştır (meselâ bk. Bakara 2/143). Ayrıca, âyette “Mümin değildin” denmemiş, “İman nedir bilmiyordun” buyurulmuştur. Burada geçen “bilme” anlamındaki derâ fiili, sıradan bir bilgiye sahip olmayı değil, bir konunun hakikatine vâkıf olmayı ve inceliklerini idrak etmeyi ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “dry” md.; İbn Âşûr, XXV, 152-153). Pek çok âyet ve hadiste aklın ve insanın doğasına yerleştirilmiş donanımların iyiyi kötüden ayırt etmedeki rolü ve önemi üzerinde durulur; fakat bu âyet göstermektedir ki insan (aklıyla evrendeki düzene hâkim bir iradenin ve gücün varlığını tesbit edebilir ve fıtrî özellikleriyle birtakım insanî değerlere ulaşabilirse de), Allah’a nasıl kulluk edileceği ve O’nun hoşnut olacağı hayat çizgisinin hangisi olduğu hususunda ancak vahyin rehberliğinde tam ve kuşatıcı bilgiye sahip olabilir; ilâhî dinlerin ortak amacı da aklın beşerî zaaflara yenik düşmemesi için onun önündeki yolu aydınlatmaktır.

Kitap “nur”a yani ışığa benzetilmiştir; çünkü o inkârcılığın ve cehaletin karanlığını giderip insanın yolunu aydınlatmakta, iman ve hidayete erişmeye vesile olmaktadır. Fakat bu sonuca ulaşabilmek için Allah’ın dilemesi şarttır ve yüce Allah, kendisine verilen irade gücünü yerli yerince kullanıp tercihini hak yol yönünde yapanları bu kapsama alacağını bildirmiştir. Hz. Peygamber de insanların bu yolu yani göklerin ve yerin hükümranı olan Allah’ın hoşnut olduğu yolu bulmaları ve ondan sapmamaları için görevlendirilmiştir.

Hiçbir şeyin Allah’ın bilgisi dışında kalamayacağı ve insanlığın uzun gibi görünen serüveni bittiğinde O’nun huzurunda verilecek hesaptan asla kaçılamayacağı yönündeki uyarı ile sûre sona ermektedir. “İşler” şeklinde çevrilen umûr kelimesi burada, maddî ve mânevî bütün varlıkları, iş, oluş, durum ve gerçekleri ifade eden geniş bir kapsama sahiptir (İbn Âşûr, XXV, 156). İşlerin dönüp dolaşıp Allah’a varması daha çok mahşer günü verilecek hesap ile açıklandığından, Taberî “İnsanların dünyadaki işleri de bu kapsamda değil mi?” gibi hatıra gelebilecek soruya şu cevabı verir: Tabii ki dünyada da bütün işler, kezâ insanların fiilleri de O’nun bilgisi ve iradesi dahilinde olup bitmektedir; fakat burada insanların ihtilâflarına bakan yargıçlar ve yöneticiler vardır, kendilerince bunlara bir çözüm bulmaktadırlar. Her ne kadar dünyada da bütün işler Allah’ın nihaî irade ve kudretine bağlı ise de kıyamet gününde O’ndan başka yargıç ve otorite olmayacağı, bütün işlerin sonu O’na varacağı, O’na arzedileceği için burada bu noktaya özel vurgu yapılmıştır (XXV, 47).