Sebe’ Suresi Hakkında Detaylı Bilgi
1. Ayet Tefsiri 2-3. Ayet Tefsiri 4. Ayet Tefsiri 5. Ayet Tefsiri 6. Ayet Tefsiri 7-8. Ayet Tefsiri 9. Ayet Tefsiri 10. Ayet Tefsiri 11. Ayet Tefsiri 12. Ayet Tefsiri 13. Ayet Tefsiri 14. Ayet Tefsiri 15-17. Ayet Tefsiri 18-19. Ayet Tefsiri 20-21. Ayet Tefsiri 22-27. Ayet Tefsiri 28. Ayet Tefsiri 29-30. Ayet Tefsiri 31-33. Ayet Tefsiri 34-36. Ayet Tefsiri 37. Ayet Tefsiri 38. Ayet Tefsiri 39. Ayet Tefsiri 40. Ayet Tefsiri 41. Ayet Tefsiri 42. Ayet Tefsiri 43. Ayet Tefsiri 44-45. Ayet Tefsiri 46-48. Ayet Tefsiri 49. Ayet Tefsiri 50. Ayet Tefsiri 51-54. Ayet Tefsiri

Sebe’ 1. Ayet Yazılış ve Meâli

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْاٰخِرَةِؕ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ
١
Meâl: Hamd göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’a mahsustur; âhirette de hamd yalnız O’na özgüdür. Hikmetle yöneten, her şeyden haberdar olan O’dur.

Sebe’ 1. Ayet Tefsiri

Dilimizdeki “övme” ve “teşekkür etme” kelimeleriyle bir ölçüde kar­şılanabilen hamd, evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah’a mahsustur (bu iki kelimeyle hamd arasındaki farklar için bk. Fâtiha 1/2). Burada âhirette de hamdin Allah’a mahsus olduğu belirtilerek dünya hayatındaki sınavın sona ermesinden sonra da, O’na hamd etmenin en büyük huzur kaynağı olmaya devam edeceğine ve orada müminlerin şükür anlamında hamdi de sürdüreceklerine işaret edilmiştir. Nitekim Kur’an’da müminlerin cennetteki hayatı tasvir edilirken, Allah’a hamd ifadesini dillerinden düşürmeyecekleri (A‘râf 7/43; Fâtır 35/34; Zümer 39/74) ve dualarını da hep “El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” şeklinde bitirecekleri (Yûnus 10/10) belirtilmiştir. Yine birçok âyetten, mahşer günü yapılacak değerlendirmede kişinin dünya hayatındaki davranışlarının esas alınacağı, ama oradaki nimetlerin sırf kulun kendi kazancı gibi düşünülmemesi ve Allah’ın lutfunun sonucu olarak görülmesi gerektiği anlaşılmaktadır (Râzî’nin Kur’an’da “el-hamdü lillâh” diye başlayan beş sûre bulunmasından hareketle yaptığı bir yorum için bk. XXV, 238-239).

Sebe’ 2-3. Ayet Yazılış ve Meâli

يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ فٖيهَاؕ وَهُوَ الرَّحٖيمُ الْغَفُورُ
٢
وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَا تَأْتٖينَا السَّاعَةُؕ قُلْ بَلٰى وَرَبّٖي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍۙ
٣
Meâl: O, yere giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. O, engin merhamet sahibidir, bağışlaması boldur. İnkâr edenler, “Bize kıyamet gelmeyecek” dediler. De ki: “Bilâkis! Gaybı bilen rabbime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.” Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O’nun bilgisi dışında kalamaz. Bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.

Sebe’ 2-3. Ayet Tefsiri

İlk âyette yüce Allah’ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve mânevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ’nın bilgisi dahilindedir (Taberî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404). Şu halde O’ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. “Ona yükselen” anlamına gelen cümlede “ilâ” değil “” edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: İlâ “sona ulaşma”yı, ise “içine girip nüfuz etme”yi ifade eder. 3. âyette Allah’ın –insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan– gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfûzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey bütün ayrıntılarıyla Allah tarafından bilinmektedir (ayrıca bk. En‘âm 6/59).

İnkârcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifadeyle inkârcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyân tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyân, “Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var” diyerek –en büyük putlardan– Lât ve Uzzâ’nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu (İbn Atıyye, IV, 405).

Gayb, Allah’ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96). Burada Cenâb-ı Allah’ın kendisini “gaybı bilen” şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanını sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır (Taberî, XXII, 61). Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çürüyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesini imkânsız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943).

Sebe’ 4. Ayet Yazılış ve Meâli

لِيَجْزِيَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِؕ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرٖيمٌ
٤
Meâl: O, Allah’ın iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları mükâfatlandırması için gelecektir. İşte onlar için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır.

Sebe’ 4. Ayet Tefsiri

“O, Allah’ın iman edip iyi işler yapanları mükâfatlandırması için gelecektir” şeklinde çevrilen yan cümle, 3. âyette geçen “o mutlaka gelecektir” veya “O’nun bilgisi dışında kalamaz” ya da “apaçık bir kitapta kayıtlıdır” ana cümlesine bağlanabilir (İbn Atıyye, IV, 405). Birinci ihtimalde kıyamet vaktinin gelmesinin, ikincisinde Allah’ın her şeyi bilmesinin, üçüncüsünde ise her şeyin bir kitapta kayıtlı olmasının hikmeti açıklanmış olmaktadır. Taberî bunu “Apaçık bir kitapta kayıtlıdır” cümlesine bağlayan bir yorum yapmayı tercih etmiştir (XXII, 61).

Sebe’ 5. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ سَعَوْ فٖٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِزٖينَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ اَلٖيمٌࣗ
٥
Meâl: Âyetlerimizi boşa çıkarmak için çaba harcayanlara ise en kötüsünden elem verici bir azap vardır.

Sebe’ 5. Ayet Tefsiri

Âyetlerimizi boşa çıkarmak için” diye çevrilen kısmı “birbirleriyle yarışırcasına” ve “(Allah’ı) âciz bırakabileceklerini sanarak” şeklinde de tercüme etmek mümkündür. Muhammed Esed’e göre “ricz” kelimesinden önceki “min” edatı, bu günahkârları öteki dünyada bekleyen azabın bu dünyada bilerek yaptıkları kötü fiillerin tabii bir “sonucu” olduğunu göstermektedir; bu sebeple yazar, âyetin “En kötüsünden, elem verici bir azap vardır” şeklinde çevirdiğimiz kısmına “(yaptıkları) çirkinliklerin bir sonucu olarak onlar için acıklı bir azap vardır” anlamını vermiştir (II, 871).

Sebe’ 6. Ayet Yazılış ve Meâli

وَيَرَى الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ الَّـذٖٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّۙ وَيَهْدٖٓي اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ
٦
Meâl: Kendilerine bilgi verilenler, rabbinden sana indirilenin, gerçeğin ta kendisi olduğunu ve çok güçlü, her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yolunu gösterdiğini çok iyi bilirler.

Sebe’ 6. Ayet Tefsiri

Burada sözü edilen “kendilerine bilgi verilenler” ile Abdullah b. Selâm gibi Ehl-i kitap’tan İslâmiyet’i kabul edenlerin veya Hz. Muham­med’in ashabının ya da onun ümmetinden olan herkesin kastedildiği yorumları yapılmıştır (Taberî, XXII, 62; İbn Atıyye, IV, 406).

Bize göre burada “aklını ve bilgisini iyi kullanan” bütün insanlar kastedilmiştir.

Sebe’ 7-8. Ayet Yazılış ve Meâli

وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ اِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۙ اِنَّكُمْ لَفٖي خَلْقٍ جَدٖيدٍۚ
٧
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَمْ بِهٖ جِنَّةٌؕ بَلِ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعٖيدِ
٨
Meâl: İnkârcılar şöyle dediler: “Çürüyüp paramparça olduğunuzda yeni bir yaratılışa konu olacağınızı iddia eden bir adam gösterelim mi size? Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklını mı yitirmiş bu?” Bilâkis! Asıl âhirete inanmayanlar azaptadırlar ve tam bir sapkınlık içindedirler.

Sebe’ 7-8. Ayet Tefsiri

7, 8 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Sebe’ 9. Ayet Yazılış ve Meâli

اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِؕ اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُنٖيبٍࣖ
٩
Meâl: Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi? Dilesek onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Kuşkusuz bütün bunlarda Allah’a yönelen her kul için alınacak bir ders vardır.

Sebe’ 9. Ayet Tefsiri

Bu âyetin “Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi?” şeklinde çevrilen kısmı için yapılan yorumlardan biri şöyledir: Onlar bütün yönlerden bizim yarattığımız gök ve yer ile kuşatılmış olduklarını görmüyorlar mı ki, yere onları yutmasını veya göğe üzerlerine parçalar düşürmesini emretmemizden çekinmiyorlar! (Taberî, XXII, 64). Bunun deyimsel bir ifade olduğu kanaatini taşıyan Muhammed Esed’in yorumu şöyledir: “Yukarıdaki ifade bu bağlamda –ve 2/255’te– insanın ulaştığı yahut kendisine sunulan bilginin önemsizliğini vurgular; o halde insan, yeniden dirilmenin ve öldükten sonraki hayatın insan tecrübesinin ulaşamayacağı bir fenomen olduğunu, diğer taraftan, evrendeki her şeyin Allah’ın sınırsız yaratma gücünü ispatladığını gördüğü halde nasıl bu realiteleri inkâr edecek kadar küstah olabilir?” Onun için yazar bu cümleyi şöyle çevirmiştir: “Göğün ve yerin ne kadar az kısmının önlerine serildiğini, ne kadarının da gizlendiğini anlamazlar mı?” Aynı yazar âyetin devamındaki, “yerin dibine geçirme ve gökten parçalar düşürme” ifadesinin, önceden kestirilemeyen jeolojik ve kozmik olaylara –yer sarsıntısı, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar vb.– yapılan bir atıf olduğunu, bunun yukarıda verilen tercümeyi desteklediğini ve Allah’ın bilgisinin kuşatıcılığına ve yüceliğine nazaran insanın güçsüzlüğünü vurguladığını belirtmektedir (II, 872, 873).

Bize göre de insanlar önlerinde (fiilen bilgi alanlarında) olan şeyler üzerine düşündükleri gibi, bir yandan da bilgilerinin sınırlı olduğunu (bilinmeyen, önde değil arkada olan şeylerin de bulunduğunu) idrak eder ve düşünürler. Bu iki alanlı düşünme onları bir Allah’a iman etmeye götürebilir.

Sebe’ 10. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاًؕ يَا جِبَالُ اَوِّبٖي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدٖيدَۙ
١٠
Meâl: Andolsun biz Dâvûd’a tarafımızdan müstesna bir lutufta bulunduk. “Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin. Ey kuşlar! Siz de!” dedik ve onun için demiri ­yumuşattık.

Sebe’ 10. Ayet Tefsiri

Hz. Dâvûd İsrâiloğulları’na gönderilmiş olan, Kur’an-ı Kerîm’de ve Kitâb-ı Mukaddes’te hakkında geniş bilgi verilen peygamberlerdendir (Hz. Dâvûd hakkında bilgi için bk. Bakara 2/251; Neml 27/15). Bazı müfessirler bu ve müteakip âyetlerde Dâvûd ve Süleyman’dan söz edilmesi ile önceki âyetin sonunda geçen “Allah’a yönelen kul” anlamındaki münîb kelimesinin kullanılmış olması arasında şöyle bir bağ kurmuşlardır: Cenâb-ı Allah başka âyetlerde de (bk. Sâd 38/24, 34) bu iki kulu hakkında bu kelimeyle aynı kökten gelen enâbe fiilini kullanmıştır (Şevkânî, IV, 360). “Tevbe ve ihlâs ile Allah’a yönelmek” söz konusu olduğunda bu erdemin iki güzel örneği de bu iki peygamberdir.

Bu âyette fadl kelimesiyle ifade edilen ve Dâvûd’a verildiği bildirilen “müstesna lutuf”un ne olduğuna ilişkin belli başlı yorumlar şunlardır: Peygamberlik, hükümdarlık, Zebûr isimli kutsal kitap, ilim, adaletle hükmetme yeteneği, savaşta üstün cesaret, güç kuvvet, bol nimet, güzel ses, sağlıklı uzun ömür, insanların işlerini düzeltme ve aralarını bulma mahareti, dağları etkileme veya buyruğuna alma kudreti, özel zırhlar imal etme becerisi ve bu sayede başkalarına muhtaç olmadan geçimini sağlayabilmesi (Şevkânî, IV, 360; İbn Âşûr XXII, 155-156). Bu kelimeye “müstesna, üstün” nitelemesi eklemeden âyetin ilk cümlesini “Andolsun biz Dâvûd’a bir lutufta bulunduk” şeklinde çevirmek de mümkündür.

Âyette emir kipiyle geçen evvebe fiili sözlükte “dönme, döndürme, yürüme” gibi mânalara gelmektedir. Müfessirler genellikle –sözlük anlamlarıyla da bağ kurarak– burada “tesbih etme”nin kastedildiğini belirtirler (Habeş dilinde bunun “tesbih etme” anlamına geldiği görüşünü İbn Atıyye zayıf bulur). Tesbîh Allah Teâlâ’nın yüceliğini, O’nun her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ifade etmek demektir; bu da sözle veya hal ile olabilir. Dağların ve kuşların tesbih etme biçimi hakkında ise farklı yorumlar vardır. Bazı müfessirler bu varlıklara kendilerine özgü tesbih ile Dâvûd’a eşlik etmelerinin emredildiği kanaatindedirler. Diğer bir yoruma göre ise âyette, Hz. Dâvûd’un kendini kullukta kusurlu bularak Allah’a yakarırken gür sesiyle dağı taşı inletmesine ve âhenkli terennümüne kuşların eşlik etmesine değinilmektedir (bk. Taberî, XXII, 65-66; Zemahşerî, III , 253; İbn Atıyye, IV, 407). Elmalılı, bu âyet –ve başka bazı deliller– dikkate alındığında, mûsikinin İslâm’da mutlak biçimde yasaklandığı düşüncesinin yanlış olduğunun anlaşılacağına dikkat çeker (bk. VI, 3948-3949). Hz. Dâvûd’un sesinin bu tarzda mâkes bulması, dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesi ister aklî ve tecrübî ölçüler içinde ister bir mûcize olarak açıklansın, âyetin mesajını şöyle özetlemek mümkündür: Hz. Dâvûd’un yakarışı öylesine içten ve güçlü idi ki, bu yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmasına, O’nun dilemesiyle dağlar ve kuşlar üzerinde bile etki meydana getirmesine, kulluktaki samimiyet ve yürekten bağlılık konusunda insanlığa örnek gösterilmesine vesile olmuştur. 11. âyetin sonunda açıkça ifade edildiği üzere, bütün bu anlatımlardan çıkarılması istenen sonuç, “kişinin ilâhî kontrol altında bulunduğu bilincini koruyarak daima iyi ve yararlı işler yapma çabası içinde olması gereği”dir.

“Onun için demiri yumuşattık” ifadesi açıklanırken birçok tefsirde, Allah’ın lutfuyla demirin Hz. Dâvûd’un elinde –ateşte eritmeksizin– mum veya çamur gibi oluverdiği ve çekiç gibi âletler kullanma ihtiyacı duymadan demire istediği biçimi verebildiği belirtilir (Taberî, XXII, 66-67; İbn Atıyye, IV, 407; Râzî, XXV, 245-246). Kuşkusuz tabiat kanunlarının da vâzıı olan yüce Allah dilediğinde istediği kulları için olağan üstülükler sağlayabilir. Dolayısıyla, tefsirlerdeki bu ayrıntılar naklî delillerle bildirilmiş olsaydı bunları olduğu gibi kabul etmek gerekirdi. Fakat müteakip âyet dikkatle incelendiğinde, bu ifadenin Dâvûd’u demiri işlemeye yöneltme, bu konuda ona yeterli bir güç ve özel bir maharet verme anlamıyla açıklanması daha uygun görünmektedir.

Sebe’ 11. Ayet Yazılış ve Meâli

اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًؕ اِنّٖي بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ
١١
Meâl: (Ona şöyle buyurduk:) “Geniş zırhlar imal et, örgüsünü ölçülü yap.” Siz de (ey müminler) dünya ve âhirete faydalı işler yapın; şüphesiz ben yaptıklarınızı ­görmekteyim.

Sebe’ 11. Ayet Tefsiri

Hz. Dâvûd’a gömlek şeklinde zırhlar imal etmesi buyurulmuş ve bunu yapabilmesi için kendisine özel bir yetenek verilmişti; daha önce zırhlar, levha biçiminde yapılırdı (Taberî, XXII, 66-67; B. Carra de Vaux, “Dâ’ûd”, İA, III, 493-494). Hz. Dâvûd’a ince örgülü zırh gömlek yani taarruz silâhı değil savunma aracı yapmanın emredilmesi ve kendisine bu konuda özel bir beceri verilmesi oldukça mânidardır. Bu, Allah katında insanın ne kadar değerli ve canın muhafazasının ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermektedir (Râzî, XXV, 246). Zaten başka bir âyette zırh yapmayı öğretme insanın yine insana karşı korunması gerekçesiyle açıklanmıştır (bk. Enbiyâ 21/80). İçinde zor hareket edilen levha zırhlar yerine insanın vücuduna uygun gömlek şeklinde zırhlar imalinin istenmesini de insana değer verme temasıyla ilintilendirmek mümkündür; yine bu buyrukta, yararlı her işin inceliklerine inmesi, sürekli gelişme içinde olması, böylece uygarlık yolunda mesafe alması yönünde insana yapılmış bir teşvik bulunduğu açıktır.

Âyetin “örgüsünü ölçülü yap” şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla ilgili açıklamalarda daha çok halkaların birbirine geçirilmesinde ölçülü ve dikkatli olunması, zırhın deliklerinin koruma işlevine imkân vermeyecek kadar geniş, zırhın mukavemetini zayıflatacak kadar da ince ve sık olmaması anlamı üzerinde durulmuştur (Taberî, XXII, 67-68; İbn Atıyye, IV, 408). Başka yorumlar da bulunmakla beraber (meselâ bk. Râzî, XXV, 246, 249), âyetin gerek lafzı gerekse bağlamı zırhın örgüsüne özen gösterilmesi anlamını düşündürdüğü için meâlde yukarıda belirtilen mânayı tercih ettik.

Bazı tefsirlerde, Hz. Dâvûd’un bu tür bir faaliyete kendisini vermesiyle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Dâvûd zaman zaman tebdili kıyafet yaparak halkın arasında dolaşır ve kendisi hakkında ne düşünüldüğünü öğrenmeye çalışırdı. Bir gün insan kılığına girmiş bir melekle karşılaşır, onun fikrini sorar. Melek, “Dâvûd çok iyi bir hükümdardır ama bir kusuru var” der. Dâvûd merakla bu kusurun ne olduğunu sorar. “Keşke kendisinin ve ailesinin geçimini devlet hazinesinden karşılamasa” cevabını alır. Bunun üzerine kimseye muhtaç olmadan kendi geçimini sağlayabileceği bir yol lutfetmesi için Allah’a dua eder. Cenâb-ı Allah da ona demiri işleme sanatını öğretir (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 407-408). Bu anlatımı, Hz. Peygamber’in Dâvûd ile ilgili şu övücü ifadelerinin açıklaması olarak düşünmek uygun olur: “İnsanın yediğinin en güzeli, kendi kazandığıdır. Allah’ın peygamberi Dâvûd da kendi el emeğini yerdi” (Buhârî, “Büyû‘”, 15).

Sebe’ 12. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلِسُلَيْمٰنَ الرّٖيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِؕ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّهٖؕ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعٖيرِ
١٢
Meâl: Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir aylık yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Cinlerden de rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık.

Sebe’ 12. Ayet Tefsiri

“Sabahleyin” şeklinde çevirdiğimiz gudüv kelimesi genellikle sabahtan öğleye kadarki, “akşamleyin” diye çevirdiğimiz ravâh kelimesi de öğleden güneşin batımına kadarki zaman dilimi olarak anlaşılmış olup âyetin açıklamasıyla ilgili rivayetlerde bu iki zaman diliminin her birinde bir aylık mesafeyi katetmesine imkân veren bir rüzgârın Süleyman’ın emrine verildiği belirtilir. Bunların bazılarında o günkü ulaşım araçları göz önünde bulundurularak Şam, Tedmür, İstahr, Kâbil şeklinde yer isimleri de zikredilir (meselâ bk. Taberî, XXII, 68-69; İbn Atıyye, IV, 408-409; Zemahşerî, III, 253). İbn Âşûr gudüv kelimesinin “gidiş, hareket etme”, ravâh kelimesinin de “dönüş” anlamını esas alarak şöyle bir yorum yapar: Allah Teâlâ Süleyman’ın savaş veya ticaret gemilerinin seyrine uygun düşen bir rüzgâr oluşturmuştu; bir ay Filistin sahillerindeki limanlarından yola çıkan gemileri için doğu istikametinde, bir ay da bunların aynı yere dönmelerini sağlayan batı istikametinde dönemlik rüzgârlar estiriyordu; Enbiyâ sûresinin 81. âyetinde de bu bölgeye dönüşe işaret edilmektedir (XXII, 158). Râzî ise Hz. Süleyman’ın bütün rüzgârlara egemen kılındığı gibi bir sonuç çıkarılmaması üzerinde durur ve bu hususu belirtmek üzere Süleyman’ın emrine verilen özel bir rüzgârın söz konusu olduğunu yazar. Râzî’ye göre bunun delili, “rüzgâr” anlamındaki kelimenin bütün kıraatlerde rîh şeklinde tekil olması ve hiç birinde riyâh şeklinde çoğul okunmamış olmasıdır (XXV, 247). Elmalılı da bu yorumu ve delilini benimseyerek aktarmaktadır (VI, 3950-3951). Kanaatimizce bu yorumun böyle bir delille desteklenmesine ihtiyaç yoktur, zira çoğul olarak kullanılması onun bütün rüzgârlara hâkim kılındığı mânasını zaruri kılmaz; kaldı ki bu kelimeyi “riyâh” şeklinde okuyanlar olmuştur (bk. İbn Atıyye, IV, 408; İbn Âşûr, XXII, 158-159).

“Onun için bakır madenini eritip akıttık” şeklinde çevirdiğimiz cümlede geçen kıtr kelimesi “bakır” veya “bakır, demir vb. madenlerin cevheri” anlamına gelir; daha çok “su kaynağı” anlamında kullanılan ve birçok mânası bulunan ayn kelimesi de bu bağlamda bakır madeninin kaynağı veya bakırın kendisi şeklinde anlaşılmıştır. Bu arada Hz. Süleyman için Yemen’de ve ayda üç gün bakır madeninin akıtıldığı şeklinde rivayetlere de yer verilmiştir (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409). İbn Âşûr burada ayn kelimesinin hakikat anlamında değil “güçlü ve tazyikli biçimde, suyun kaynağından aktığı gibi” mânasında kullanıldığı kanaatindedir (XXII, 159).

Derveze, burada “akıtma” kelimesiyle birlikte kullanılmış olmasından hareketle kıtr ile katranın yani petrolün kastedilmiş olabileceği yorumunu yapar (V, 34). Süleyman Ateş de bazı delillerle destekleyerek bu yorumun akla uygun olduğunu, o zaman için bakırın sel gibi akıtılmasının ise akla uygun düşmediğini belirtir (VII, 241-242). Hz. Süleyman’ın hükümranlığı altındaki bölgelerin özelliği açısından bu yorum mantıklı görünmekle beraber, petrol (zift, katran) kullanılarak ne yapıldığı hususu kapalı kalmakta, özellikle tarihî verilerle desteklenmediği için soyut bir düşünce niteliğini aşmamaktadır (burada önemli bir husus, Kur’an’da “akıttık” ifadesinin geçtiği, yoksa –Ateş’in yazdığı üzere– “sel gibi akıttık” tarzında bir tasvirin yer almadığıdır). Buna karşılık, Fenikeli ustaların Hz. Süleyman için inşa ettikleri Etsyon-Geber limanında çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhanesi Kur’an’daki ifadenin lafzına göre yapılan yorumları desteklemektedir (Ömer Faruk Harman, “Süleyman (Hz.)”, İFAV Ans., IV, 163-164).

“Cinlerden de (...) onun maiyetinde çalışanlar vardı” cümlesi Hz. Süleyman’ın bütün işçilerinin cinler olmadığını, onlardan da işçilerinin bulunduğunu gösterir (İbn Âşûr, XXII, 159-160). Bu cümlenin “rabbinin izniyle” şeklinde çevrilen kısmı “rabbinin emriyle” mânasındadır (Zemahşerî, III, 253). “Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık” ifadesinden de, itaatsizlik edenlerin dünyada bir şekilde cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır.

Sebe’ 13. Ayet Yazılış ve Meâli

يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَارٖيبَ وَتَمَاثٖيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍؕ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًؕ وَقَلٖيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
١٣
Meâl: Onlar Süleyman’a, isteğine göre yüksek ve görkemli binalar, heykeller, havuz gibi lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar imal ederlerdi. Ey Dâvûd ailesi! Şükür için çaba gösterin. Kullarım arasında hakkıyla şükredenler pek azdır.

Sebe’ 13. Ayet Tefsiri

“Yüksek ve görkemli binalar” şeklinde çevirdiğimiz mehârîb keli­mesi “korunaklı yüksek mekânlar, kaleler, ihtişamlı yüksek binalar, saraylar, mâbedler” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 253; İbn Atıyye, IV, 409). Meâlde “mâbedler” anlamını vermeyi tercih eden Esed bunu, “yeni inşa edilen mâbedin çeşitli salonları” şeklinde açıklamıştır (II, 873. Mehârîb kelimesinin tekili olan mihrabın anlamları ve İslâm kültüründe camilerde imamın namaz kıldırdığı yere ad oluşu hakkında bilgi için bk. İbn Âşûr, XXII, 160-161). Hz. Süleyman zamanında inşa edilen saray, kale, sarnıç, hamam vb. yapıların kalıntıları araştırmacılar tarafından Filistin, Arabistan ve başka yerlerde gösterilmektedir (bk. J. Walker, “Süleyman [Sulaymân b. Dâvûd]”, İA, XI, 173).

Heykeller” diye tercüme edilen temâsîl kelimesi ile ilgili olarak tefsirlerde genellikle, bunların bakır, cam, mermer gibi maddelerden yapılmış melek, peygamber ve sâlih kişilerin heykelleri olduğu, insanların bu sembolleri görüp onlar gibi kulluk etmelerinin sağlanmasının amaçlandığı belirtilmekte; heykel yapmanın –zulüm ve yalan söyleme gibi– özündeki kötülük sebebiyle yasak bir fiil olmadığı hatırlatılıp bu konuda şeriatlar arasında farklılıkların bulunabileceği, Hz. Süleyman zamanında dinen yasak sayılmayan bu fiilin belirli şartlar altında ve belirli gerekçelerle İslâm’da yasaklandığı üzerinde durulmaktadır; bazı müfessirler ise o dönemdeki heykellerin de insan heykeli olmayabileceğinden söz ederler (meselâ bk. Zemahşerî, III, 253-254; İbn Atıyye, IV, 409; Kitâb-ı Mukaddes’te konuya ışık tutan bazı bilgiler için bk. II. Tarihler 3/10-13, 4/1-22).

Âyette “şükredin” denmeyip “Şükür için çaba gösterin” şeklinde çevrilebilecek bir ifade kullanılmış olması, İslâmî anlayışta şükrün davranışlara yansıtılmasının esas olduğuna işaret eder (bu hususta bilgi için bk. İbrâhim 14/7’nin tefsiri). Gramer açısından yapılan izahlar dikkate alınarak (meselâ bk. Şevkânî, IV, 363) âyet metnindeki ilgili cümleyi, “Size verdiklerinden ötürü O’na şükür olmak üzere Allah’a itaat kapsamında ameller yapın”, “Şükür mahiyetinde ameller yapın” veya “Hakkıyla şükredin” şeklinde de çevirmek mümkündür. Hz. Peygamber’in minbere çıkıp bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şu üç haslet kime verilmişse –âyetteki ifadesiyle– ‘şükür davranışı göstermek’ de kendisine nasip olmuş demektir: Kızgınlık ve sükûnet halinde adaletli davranmak, yoksulluk ve zenginlikte itidalli harcama yapmak, gizli ve açık durumlarda Allah korkusunu korumak” (İbn Atıyye, IV, 410).

Hakkıyla şükredenler” diye çevirdiğimiz şekûr için “şükrü edâ edebilen; sağlam bir inançla, aczini ve kusurluluğunu itiraf ederek bütün kalbini, dilini, bedenini ve vakitlerinin çoğunu şükrün ifasına veren ve bunun için âzami çabayı sarfeden kişi; içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun bütün durumlarda şükretme tavrını koruyabilen kişi” gibi açıklamalar yapılmıştır. Bazı müfessirlerin “Bundan maksat, şükretmekten âciz olduğunu anlayan kişidir” (Zemahşerî, III, 253-254) şeklindeki yorumu, bu gibi kişilerin “pek az” olduğu bilgisinin izahını da kolaylaştırmaktadır, nitekim bir âyette (İbrâhim 14/34) belirtildiği üzere insanlar Allah’ın nimetlerini adet değil tür olarak bile saymaya kalksalar başaramazlar; dolayısıyla belirtilen âyet ışığında burada şükürden âciz olduğunu idrak edebilenlerin çok az olduğuna işaret edildiği söylenebilir. Bu temayı destekleyen bir rivayete göre Hz. Dâvûd şöyle münâcâtta bulunmuştu: Ey rabbim! Sana şükretmemi sağlayan ilham ve güç de senin nimetlerin olduğuna göre, ben senin nimetlerine şükre nasıl güç yetirebilirim! Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Dâvûd! İşte şimdi beni hakkıyla tanıma mertebesine erişmiş bulunuyorsun” (İbn Atıyye, IV, 410).

Sebe’ 14. Ayet Yazılış ve Meâli

فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِهٖٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهٖينِ
١٤
Meâl: Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde, öldüğünü, ancak asâsını kemiren ağaç kurdu göstermişti. Süleyman’ın cesedi yere yıkılınca ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o aşağılayıcı eziyete katlanıp durmazlardı.

Sebe’ 14. Ayet Tefsiri

Rivayete göre Hz. Süleyman ayakta ansızın vefat etmiş, bir süre bastonuna dayalı olarak öylece kalmış, cinler onun öldüğünü bilememişlerdi. Bir ağaç kurdu bastonu kemirmiş, baston kırılınca Hz. Süleyman yere düşmüş ve böylece öldüğü anlaşılmıştı.

Hz. Süleyman’ın ölümüyle ilgili bu tasvir hakkında değişik izahlar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXII, 74-76). İbn Atıyye –bu konuda bazı rivayetlere yer vermekle beraber (bk. IV, 411)– tefsirlerde sıhhatli olmayan ve Kur’an’ın lafzından çıkmayan, mâna itibariyle de ona uzak duran birçok ayrıntıya yer verildiğini belirtir (IV, 412); Elmalılı da “Biz onlardan sarfı nazar ediyoruz” diyerek (VI, 3954) bu rivayetlerin zaafına üstü kapalı biçimde işaret eder.

Muhammed Esed burada bu kıssanın, insanın doğal güçsüzlüğü ile dünyevî kudret ve ihtişamın boşluğu ve geçiciliğini anlatan bir mecaz olarak kullanıldığını ifade eder (II, 874). Kanaatimizce Süleyman kıssasının genelinden böyle bir sonuç çıkarılabilir, ancak buradaki ifadeyi gerçek olarak kabul etmeye de bir engel yoktur. Asıl mesaj âyetin sonunda ifade edilmiştir: Gaybı yalnız Allah bilir, gaybı bildiğini iddia ederek değişik sömürü yollarına başvuranların sahtekârlığını ortaya koyma ve bazı zaafları sebebiyle bu sömürüye konu veya âlet olanların uyanık ve dikkatli davranmaları açısından bu kıssa canlı bir örnek olarak göz önüne getirilmelidir. Ayrıca Râzî’nin işaret ettiği üzere (XXV, 250) âyet, rüzgârın ve cinlerin emrine âmâde kılındığı, muhteşem bir saltanatın sahibi olan Süleyman aleyhisselâm için dahi ölümden kurtuluş olmadığına dikkat çekmekte, herkesi dünya hayatının geçiciliğini unutmamaya davet etmektedir.

Yukarıdaki âyetlerde, Süleyman’ın atlarının rüzgâr gibi seri koştuğuna, o dönem insanlarının bakır ve demiri ateşle eritmeye ve bunlardan yapılmış aletler kullanmaya çalıştıklarına ve Süleyman’ın emrindekilerin güçlü kuvvetli insanlar olduğuna işaret edildiği tarzındaki yorumları inanç zayıflığına bağlayan Râzî âyetlerde bildirilenlerin hepsine Allah Teâlâ’nın kadir olduğunu vurgular (bk. XXV, 247; aynı müfessirin Dâvûd ve Süleyman hakkında zikredilenlerin mukayesesini içeren bir yorumu için bk. XXV, 247-248; yine Râzî’nin Dâvûd zamanında savaşın, Süleyman zamanında barışın hâkim olmasından hareketle yaptığı bir yorum için bk. XXV, 248; Hz. Süleyman hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102-103; Neml 27/16-44).

Sebe’ 15-17. Ayet Yazılış ve Meâli

لَقَدْ كَانَ لِسَبَأٍ فٖي مَسْكَنِهِمْ اٰيَةٌۚ جَنَّتَانِ عَنْ يَمٖينٍ وَشِمَالٍؕ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُؕ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ
١٥
فَاَعْرَضُوا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَاَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَلٖيلٍ
١٦
ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُواؕ وَهَلْ نُجَازٖٓي اِلَّا الْكَفُورَ
١٧
Meâl: Andolsun ki oturdukları yerlerde Sebe kavmine ait büyük bir işaret vardı. Biri sağda diğeri solda iki bahçe. “Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir rab!” Ama onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, acı yemişli, ılgınlı ve birkaç da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük etmelerinden ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Bize sadece nankörlük edenleri cezalandırırız.

Sebe’ 15-17. Ayet Tefsiri

Şükreden iki kulunu, Dâvûd ve Süleyman’ı iyi örnek olarak zikrettikten sonra yüce Allah, kötü bir örneğe, nankör bir toplum olan Sebe’ halkının başından geçenlere dikkat çekmektedir.

Bu âyetlerde Sebe’ halkının bunca nimete ve –rivayete göre on üç peygamberin yaptığı uyarılara (Taberî, XXII, 78; Zemahşerî, III, 255)– rağmen Allah’a kulluktan ve O’na şükretmekten yüz çevirdikleri, bu sebeple büyük bir sel felâketiyle cezalandırıldıkları, had bilmezlikleri yüzünden verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin de mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir.

Türkçe eserlerde yaygın kullanımı Seba veya Saba şeklinde olan Sebe’, Arabistan’ın güneybatısında hüküm sürmüş, Ahd-i Atîk’te, Yunan, Roma ve Arap edebiyatında sık sık zikredilen bir kavmin ve devletin adıdır (J. Tkatsch, “Seba [Saba’]”, İA, X, 267). Kurucusu Sebe b. Yeşcüb adlı kişi olduğundan devlet ve hükmettiği kavim bu ismi almıştır. Anılan şahsın bu adı almasıyla ilgili olarak değişik izahlar yapılmıştır. Bir görüşe göre Sebe’, Yemen hükümdarlarının ilkidir; Yemen Arapları’nın bütün kabile ve hükümdarları onun soyundandır. Hz. Peygamber’e Sebe’ nedir? Bir erkek, kadın, dağ, hayvan veya yer ismi midir?” diye sorulmuş; o da “O, Araplar’dan bir adamın adıdır; on çocuğu vardı, altısı hayırlı, dördü hayırsız çıktı” cevabını vermiş ve bunlardan türeyen kabilelerin isimlerini saymıştır. 15. âyette geçen Sebe’ kelimesiyle bir şahıs değil bir toplumun kastedildiği açıktır. Sebe’ yönetimi –Neml sûresinin 22-44. âyetlerinde açıklandığı üzere– Kraliçe Belkıs döneminde Hz. Süleyman’a bağlılığını bildirmiş; o sıralarda güneşe tapmakta olan bu kavim Hz. Süleyman’ın çağrısına uyarak tevhid inancını benimsemişti (bk. Taberî, XXII, 76-77; Elmalılı, VI, 3937-3938).

Sebe’ (Saba) Devleti’nin başşehri olan Me’rib (Türkçe eserlerde yaygın kullanımı “Mârib” veya “Ma’rib” şeklindedir), Balak dağının doğusunda uzanan ve binlerce sene muazzam bir balçık tabakası bırakarak, bitkilerin gelişmesine elverişli şartlar oluşturan Zenne (Azana) vadisinin suladığı, deniz seviyesinden 1160 metre yükseklikteki Sebe ovasında bulunmaktadır. Aynı ismi taşıyan şimdiki kasaba, şehrin eski duvarları içinde, çok eski büyük bir harabe bakıyesi üzerinde San‘a’nın doğusuna düşer. Belirtilen müsait konumu sayesinde Me’rib Arabistan yarımadasının güneybatı köşesinin esas kısmını teşkil eden ve değişik devirlerde, Hadramut ve Mahra dahil olmak üzere, Aden körfezinin doğu hinterlandına da sahip olan Sebe’ Devleti’nin merkezi olmuştu. Bunun yanı sıra Me’rib günlük isimli baharatı üreten bölgeler ile Akdeniz’i (Gazze) birleştiren önemli kervan yolu üzerinde bulunuyordu. Bu yol Necran’a doğru, oradan da Mekke, Yesrib (Medine), Fedek, Hayber, Teymâ, Tebük, Medyen, Ezruh’tan Petra’ya, oradan da Gazze’ye doğru gidiyordu. Me’rib aynı zamanda, Necran üzerinden Vâdiddevâsir’i takip eden yol ile, Yemâme, Basra Körfezi sahilleri ve Babilonya’ya bağlanıyordu. Ülkenin zenginleşmesi iki temel sebebe dayanıyordu: a) Halkın ticarî faaliyetlere yoğun ilgisi ve Me’rib’den kuzeyde Suriye’ye, doğuda Arap denizi kıyılarındaki Zufâr’a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin’e bağlanan deniz yolları ile birleşen baharat yolunu kontrol etmeleri. b) Sebeliler’in başkent Me’rib’in çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman dilimi içinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış hârikulâde bentler, barajlar ve sulama şebekeleri inşa etmeleri (Seddülarim veya Seddülme’rib diye meşhur olan büyük barajın özellikleri ve tarihî süreç içinde geçirdiği değişiklikler ile ilgili ayrıntılar için bk. Adolf Grohmann, “Mârib [Ma’rib]”, İA, VII, 330-337). Klasik tarih ve coğrafya kaynakları Sebe ülkesinin tabii güzellikleri, mûtedil iklimi ve arazisinin verimliliği ile ilgili geniş ve ilginç tasvirler içerir (tefsirlere yansıyan örnekler için bk. Taberî, XXII, 77; Zemahşerî, III, 255). Yine bu kaynaklarda, “Seylü’l-Arim” diye bilinen büyük felâketin nasıl meydana geldiği ve sonuçları hakkında değişik öyküler ve canlı anlatımlar yer almaktadır. Ne var ki tarihçiler seddin ne zaman yıkıldığı hususunda, milâttan önce IV. asır ile milâdî VI. asır arasında değişen farklı tarihler vermektedir; bu farklılık felâketin muhtelif zamanlarda tekerrür etmiş olmasıyla da açıklanabilir (Sebe ve Arim seli hakkında geniş bilgi için bk. J. Tkatsch, “Seba [Saba’]”, İA, X, 267-288; Adolf Grohmann, “Mârib [Ma’rib]”, İA, VII, 322-340). Seddin yıkılış sebebi de kesin olarak bilinememektedir. Hükümdarların iç çekişmeler dolayısıyla tamirine fırsat bulamamaları veya düşmanlarının tahrip etmeleri sonucunda yıkılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yapının iri fareler tarafından yıkıldığı bilgisi ise hurafeden ibarettir (İbn Âşûr, XXII, 170).

15. âyetin “biri sağda diğeri solda iki bahçe” şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla sadece iki bahçenin bulunduğu mânası anlaşılmamalıdır, her iki yanı bahçelerle kuşatılmış olduğundan her bir tarafta mevcut bahçeler topluluğu bir bahçe gibi ifade edilmiştir (Zemahşerî, III, 255). Dolayısıyla, bunu “sağında solunda bahçeler” şeklinde de tercüme etmek mümkündür. Yine bu âyette geçen ve “büyük bir işaret” şeklinde çevirdiğimiz âyet kelimesi “bir delil” olarak tercüme edilebilir. Bu mânaya göre, buradaki nimetlerde Allah’ın varlığına, kudretine, ihsanına ve O’na yapılması gereken şükre delâlet eden açık işaretler vardı yorumu yapılabilir. Bu kelimeye “ibret” anlamı verildiğinde de ibretin sadece bu bahçelerde olduğu düşünülmemelidir; çünkü burada ibret gösterilen husus Sebeliler’in kıssasının tamamı yani kendilerine sağlanan büyük imkânlara karşılık onların nankörlük etmeleridir (Zemahşerî, III, 255). O devre ait olup asırlarca devam eden ihtişam ve refah kalıntıları, daha sonra gelen nesiller için de ibret teşkil etmektedir.

“Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin” hitabı ile onu takip eden “Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir rab!” ifadesi onlara gönderilen peygamberlerin sözleri olabileceği gibi, bunlardan önce, “Âdeta bu nimetler lisân-ı hal ile onlara şöyle diyordu” veya “Onlar şöyle denmeyi hak ediyorlardı” tarzında bir mâna da takdir edilebilir (Zemahşerî, III, 255).

Ne güzel bir belde” diye çevirdiğimiz beldetün tayyibetün cümlesinin lafızları, o tarihe ait anlamı dışında, ebced hesabıyla İstanbul’un fethedildiği hicrî 857 tarihine de denk düşmekte olup bunun ilk defa Molla Câmî tarafından farkedildiği söylenir (Elmalılı, VI, 3956).

16. âyette geçen ve “Arim seli” diye çevrilen seylü’l-Arim tamlaması değişik şekillerde açıklanmıştır: Arim kelimesi “çok şiddetli, karşı konamaz” anlamında ve sel kelimesinin sıfatı olarak düşünülürse bu tamlamayı içeren cümle için, “Biz de üzerlerine o karşı konamaz seli gönderdik” gibi bir mâna verilebilir. Arim kelimesi oradaki seddin yani barajın adı kabul edilirse mevcut meâli “...Arim Seddi’nin selini gönderdik” şeklinde, oradaki vadinin veya akarsuyun adı kabul edildiği takdirde de, “... Arim vadisinin veya ırmağının selini gönderdik” şeklinde anlamak gerekir (kelimenin başka anlamlarıyla birlikte bk. Şevkânî, IV, 367; barajın nasıl yıkıldığına ilişkin bazı anlatımlar için bk. Taberî, XXII, 80).

“... iki bahçeye çevirdik” ifadesinde edebî bir sanat kullanılmış, âdeta “Görün bakalım, işte bunlar da bahçe!” veya “İşte size yakışan bahçeler de bunlar!” der gibi bir mâna kastedilmiştir (İbn Atıyye, IV, 414; Zemahşerî, III, 256).

17. âyetteki “Biz, sadece nankörlük edenleri cezalandırırız” şeklinde çevrilen cümle için, “Allah kulunu onurlandırmak isterse iyiliklerini kabul eder; kulunu alçaltmak isterse günahını onun üstünde tutar, böylece kıyamet günü karşılığını verir” gibi farklı açıklamalar da yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXII, 82-83; İbn Atıyye, IV, 415; Şevkânî, IV, 367-368).

Sebe’ 18-19. Ayet Yazılış ve Meâli

وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتٖي بَارَكْنَا فٖيهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا فٖيهَا السَّيْرَؕ سٖيرُوا فٖيهَا لَيَالِيَ وَاَيَّاماً اٰمِنٖينَ
١٨
فَقَالُوا رَبَّـنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَادٖيثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
١٩
Meâl: Bereketli kıldığımız beldeler ile onlar arasında birbirini gören birçok yerleşim yeri oluşturduk ve bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırdık. “Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin” dedik. Onlar ise “Rabbimiz! Konak yerlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları darmadağın ederek ibret kıssaları haline getirdik. Kuşkusuz bunda, yeterince sabretmesini ve şükretmesini bilenler için ibretler vardır.

Sebe’ 18-19. Ayet Tefsiri

Allah Teâlâ’nın Sebeliler’e lutfu sadece çekici güzelliklere sahip bir ülke nasip etmekle sınırlı değildi; yukarıda açıklandığı üzere bulundukları yer ile Suriye-Filistin bölgesi arasında güvenli bir yol güzergâhının ve çok sık yerleşim yerlerinin oluşmasına, seyahat ve ticaretin nimetlerinden yararlanmalarına imkân sağlanmıştı. Onlar ise bu nimetlerin değerini bilemediler, şımarıklık edip Allah’a isyan yolunu tercih ettiler.

18. âyetin “bereketli kıldığımız” şeklinde çevrilen kısmı hemen bütün müfessirlerce Şam bölgesi olarak gösterilmiştir (Taberî, XXII, 83; Zemahşerî, III, 256; İbn Atıyye, IV, 415); bazıları özel olarak Kudüs’ü zikrederler (Taberî, XXII, 84). Bunu “mübarek, kutlu kıldığımız” şeklinde çevirmek de mümkündür. “Belde” ve “yerleşim yeri” anlamlarını verdiğimiz karye kelimesi Arapça’da şehirler ve yer zikredilip oturanlar kastedilmek suretiyle küçük topluluklar için kullanılır (İbn Atıyye, IV, 415). 15-17. âyetlerin tefsirinde belirtilen güzergâhta büyüklü küçüklü çok sayıda yerleşim yeri bulunuyordu (yukarıda sayılanlardan başka aradaki diğer yerleşim yerlerinin isimleri için bk. Adolf Grohmann, “Mârib [Ma’rib]”, İA, VII, 322). “Birbirini gören” anlamını verdiğimiz zâhiraten kelimesinin yorumları şöyle özetlenebilir: Şam’a kadar uzanan yol üzerinde peş peşe gelen yerleşim yerleri (Taberî, XXII, 84); birbirinin görüş mesafesinde; yolcuların kolay görebileceği tarzda yani yol güzergâhı üzerinde (Zemahşerî, III, 256).

“Bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırmış olduk” şeklinde tercüme edilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: Bir yerleşim yerinden diğerine muayyen, mâkul, kolay varılabilir mesafeler vardı, meselâ yarım günde varılabiliyordu (Râzî, XXV, 252; Şevkânî, IV, 368); birinden yola çıkan kimse azık ve su taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine ulaşabilirdi (Taberî, XXII, 84-85; Zemahşerî, III, 256). Muhtemelen mola verilen her durakta yolcular için hazırlanmış binalar ve kuyular vardı, yeterli mal ve hizmet üretimi sağlanıyordu ve bu sistemin yürümesi için belirli görevliler vardı. Bu, çevredekilerin oralara gelip yolcu kafileleriyle temas etmesini cazip kılmaktaydı (İbn Âşûr, XXII, 174).

“Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin” şeklinde çevirdiğimiz cümlede yer alan “geceleri, gündüzleri” kaydı ile ilgili başlıca izahlar şunlardır: İster gece ister gündüz seyahat edin, güvenlik durumu vakitten vakte farklılık göstermez veya geceler ve gündüzler boyu seyahat etseniz güvenlik sorunuyla karşılaşmazsınız (Zemahşerî, III, 256); bir yoruma göre ise burada yerleşim yerlerinin sıklığına işaret edilmektedir (Râzî, XXV, 252). Kur’an-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında, seyahat etme, değişik toplumların kültür ve medeniyetlerine muttali olma, bilgi ve fikir alışverişinde bulunmanın önemini gösteren birçok delil vardır. Bu arada güvenlik içinde seyahat edebilmenin ne büyük nimet olduğuna göndermeler yapılmıştır (bu konuda bk. Kureyş 106/1-4). Bu sebeple tefsirlerdeki ortak kanaat dikkate alınarak âyette lafzan yer almayan “güven içinde” kaydı meâle eklenmiştir.

Müfessirlerin 19. âyette geçen ve “Rabbimiz! Konak yerlerimizin arasını uzaklaştır” şeklinde tercüme edilen cümlenin anlamı ile ilgili belli başlı açıklamaları şunlardır: a) Rahatlık battı, şımardılar; b) Benî İsrail’in iyiyi kötüyle değiştirmek istemesi (bk. Bakara 2/61) gibi davrandılar; c) “Bahçelerimiz bulunduğu yerlerden daha uzak mesafelerde olsaydı istek ve iştahımızı arttırırdı” dediler; d) Şam bölgesi ile aralarında çöller bulunmasını temenni ettiler ve uzun yol hazırlıkları yaparak seyahat etme özlemini dile getirdiler (Taberî, XXII, 85-86; Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369). Bu sözleri, kendilerine öğüt veren peygamberlere veya iyi kişilere karşı söylemiş olmaları muhtemeldir (İbn Âşûr, XXII, 176). Fakat onlar bu tavrı sözle değil, lisân-ı halleriyle yani davranışlarıyla da ortaya koymuş olabilirler (Râzî, XXV, 252). Bir okuyuşa göre “rabbimiz” kelimesi öznedir ve cümle, “Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı” anlamına gelmektedir, bunun yorumu ise şöyledir: Nimetler bol ve refah düzeyi yüksek olduğundan, kısacık mesafeler olmasına rağmen uzunluktan şikâyet ediyorlar, şımarıklık edip “Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı” diyerek sahte bir hüzün izhar ediyorlardı (Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369). Muhammed Esed bu kıraatin daha uygun olduğunu savunurken şöyle bir açıklama yapmaktadır: “Çünkü (Zemahşerî’nin de işaret ettiği gibi), Sebe halkının devletlerinin yıkılmasından, nüfusun büyük kısmının sürgüne gönderilmesinden ve neticede (büyük kervan yolları üzerindeki) birçok köy ve kasabanın terkedilmesinden duydukları gecikmiş üzüntü ve pişmanlığı dile getirmektedir” (II, 876). Oysa bu yorumun kaynağı olarak gösterdiği Zemahşerî’nin açıklaması böyle değil, yukarıda belirttiğimiz şekildedir.

Âyetin “Onları ibret kıssaları haline getirdik” şeklinde çevrilen kısmı için “efsaneye, halk masallarına çevirdik” şeklinde tercümeler de yapılmıştır. Burada Sebeliler’in başına gelenler, özellikle onların parçalanmışlıklarıyla ilgili olarak Arapça’da meşhur olmuş özdeyişlere atıf yapıldığı (bk. Taberî, XXII, 86; İbn Atıyye, IV, 415; Zemahşerî, III, 257), ibret ve öğüt alınacak kıssalar haline getirildiklerinin vurgulandığı ya da o saltanatın yerinde yeller estiğine, onlardan geriye ancak öykülerin kaldığına bir telmihin bulunduğu (İbn Âşûr, XXII, 177-178) söylenebilir. Tarihî verilerden, “Darmadağın ettik” diye tercüme edilen cümle ile, büyük sel felâketini takiben Güney Arabistan sakinlerinin özellikle Arabistan’ın içlerine ve kuzey bölgelerine göç etmelerinin, kabilelerin bölünüp birbirlerine iltihak etmek zorunda kalmalarının kastedildiği anlaşılmaktadır (Zemahşerî, III, 257).

Sebe’ 20-21. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ اِبْلٖيسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ اِلَّا فَرٖيقاً مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ
٢٠
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فٖي شَكٍّؕ وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَفٖيظٌࣖ
٢١
Meâl: Gerçek şu ki, İblîs onlar hakkındaki tahminini doğrulamış oldu; çünkü inanan bir grup hariç hep ona uymuşlardı. Oysa onlar üzerinde onun hiçbir zorlayıcı gücü yoktu. (Şeytana, kendine uyanları ayartma fırsatı vermemiz ise) sadece, âhirete inananı ona şüpheyle bakandan ayırt etmemiz içindir. Rabbin her şeyi görüp gözetir.

Sebe’ 20-21. Ayet Tefsiri

Cenâb-ı Allah’ın buyruğuna isyan eden İblis, kendisine insanları doğru yoldan saptırmak için fırsat verilmesini istemiş, bu dileği kabul edilince yeryüzündeki sınav düzeni içinde yerini almıştı. İşte 20. âyette, başlangıçta İblis’in Allah Teâlâ’ya hitaben söylediği sözün ve yaptığı tahminin insanların bir kısmı hakkında doğru çıktığı belirtilmektedir. Hicr sûresinin 39-40. âyetlerinde geçtiği üzere İblis şöyle demişti: “Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim ve –senin samimi kulların hariç– onların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım.” Ayrıca A‘râf sûresinin 17. âyetinde şeytanın şu sözüne yer verilmiştir: “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.”

Buna karşılık 21. âyette şeytanın onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücünün bulunmadığı ve sorumluluğun kendilerine ait olduğu hatırlatılmaktadır (sözlükte “delil, hüccet” anlamına da gelen sultân kelimesinin burada “zorlayıcı güç” mânasında kullanıldığı kabul edilir; bk. İbn Atıyye, IV, 417). Nitekim İbrâhim sûresinin 22. âyetinde bu hususun iyi anlaşılması için, mahşer günü karşılaşılacak bir sahne şöyle canlandırılmıştır: “Allah’ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: ‘Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibarettir; siz de benim çağrıma uydunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce de beni Allah’a ortak koşmanızı reddetmiştim.’ Doğrusu zalimler için elem verici bir azap vardır.” İsrâ sûresinin 65. âyeti de şeytanın istemeyeni zorla saptırma gücünün bulunmadığını göstermektedir (İblis ve şeytan hakkında bilgi için bk. Fâtiha 1/1 [Eûzü]; Bakara 2/34; Nisâ 4/117-121; Enfâl 8/48; Kehf 18/50).

Ayırt etmemiz içindir” şeklinde tercüme ettiğimiz yan cümle lafzan “bilelim diye” şeklinde çevrilebilir. Burada “bilme ve ayırt etme”den maksat, “bilfiil ortaya çıksın diye” anlamındadır; zira olacak her şey yüce Allah’ın ezelî ilminde mevcuttur; âyetin sonunda “Her şeyi görüp gözetir” diye çevrilen hafîz isminin zikredilmesi de bu hususa dikkat çekmektedir (İbn Atıyye, IV, 417).

Sebe’ 22-27. Ayet Yazılış ve Meâli

قُلِ ادْعُوا الَّذٖينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِۚ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَمَا لَهُمْ فٖيهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُمْ مِنْ ظَهٖيرٍ
٢٢
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُؕ حَتّٰٓى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَاۙ قَالَ رَبُّكُمْؕ قَالُوا الْحَقَّۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبٖيرُ
٢٣
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ قُلِ اللّٰهُۙ وَاِنَّٓا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ فٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ
٢٤
قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ
٢٥
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّؕ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلٖيمُ
٢٦
قُلْ اَرُونِيَ الَّذٖينَ اَلْحَقْتُمْ بِهٖ شُرَكَٓاءَ كَلَّاؕ بَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
٢٧
Meâl: De ki: “Allah’tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım! Onlar göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip olmadıkları gibi buralarda herhangi bir ortaklıkları da yoktur; Allah’ın onlardan bir destekçiye de ihtiyacı bulunmamaktadır.” Allah katında, O’nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Sonunda kalplerinden korku giderilince, “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. Onlar da şu cevabı verirler: “Hak olanı buyurdu. O yücedir, uludur.” De ki: “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?” De ki: “Allah’tır. O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır yahut açık bir sapkınlık içindedir.” De ki: “Bizim işlediğimiz suçlardan dolayı siz sorumlu olmayacağınız gibi sizin yapıp ettiklerinizden ötürü de biz hesaba çekilmeyiz.” De ki: “Rabbimiz hepimizi bir araya getirecek, sonra aramızda adaletle hükmünü verecektir. Haklıyı haksızdan en iyi ayıran ve her şeyi bilen O’dur.” De ki: “Ortak diye O’nun yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım! Hayır asla (gösteremezsiniz)! Bilâkis yegâne galip ve her şeyi hikmetle yöneten yalnız o ­Allah’tır.”

Sebe’ 22-27. Ayet Tefsiri

22, 23, 24, 25, 26, 27 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Sebe’ 28. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَشٖيراً وَنَذٖيراً وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
٢٨
Meâl: Biz seni sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak bütün insanlara gönderdik; fakat insanların çoğu bunu anlamıyorlar.

Sebe’ 28. Ayet Tefsiri

“Bütün insanlara” şeklinde çevrilen kâffeten li’n-nâs ifadesi, “insanları uyarı ve tebliğ ile toplayıp birleştiren, onları küfür ve mâsiyetten engelleyen” şeklinde de anlaşılmıştır. Hatta bu anlamı savunan Zemahşerî “bütün insanlara” tarzında yorumlanmasını Arap dili kuralları açısından hatalı bulur (III, 260); fakat Taberî (XXII, 96) ve İbn Atıyye (IV, 420) burada kastedilen mânanın bu olduğunu yani Hz. Muhammed’in peygamberliğinin evrenselliğine vurgu yapıldığını ısrarla belirtirler (Arap dili kuralları açısından yapılan itiraza cevap için bk. Şevkânî, IV, 374-375).

Sebe’ 29-30. Ayet Yazılış ve Meâli

وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ
٢٩
قُلْ لَكُمْ مٖيعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَࣖ
٣٠
Meâl: “Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaad ne zaman gerçekleşecek, söyleyin bakalım!” diyorlar. De ki: “Sizin için öyle bir vakit belirlenmiştir ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz.”

Sebe’ 29-30. Ayet Tefsiri

Burada sözü edilen vaadden maksat kıyamet günüdür. Belirlen­diği belirtilen gün de kıyamet ve haşir günüdür; bazı müfessirler bunu ölüm vakti olarak da yorumlamışlardır (Şevkânî, IV, 375; “ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz” ifadesinin açıklaması için bk. A‘râf 7/34).

Sebe’ 31-33. Ayet Yazılış ve Meâli

وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذٖي بَيْنَ يَدَيْهِؕ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنٖينَ
٣١
قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ
٣٢
وَقَالَ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَـنَٓا اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَاداًؕ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَؕ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ فٖٓي اَعْنَاقِ الَّذٖينَ كَفَرُواؕ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
٣٣
Meâl: İnkâr edenler şöyle dediler: “Biz ne bu Kur’an’a inanırız ne de bundan öncekilere!” Sen o zalimleri rablerinin huzurunda, tutuklanmış halde birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Horlananlar büyüklük taslayanlara şöyle derler: “Siz olmasaydınız, hiç kuşkusuz biz iman ederdik.” Büyüklük taslayanlar hor görülenlere, “Size doğru yol gösterildikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, günah işleyenler sizsiniz” derler. Hor görülenler büyüklük taslayanlara şöyle cevap verirler: “Bilâkis! Bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na ortaklar koşmamızı telkin ederken gece gündüz yaptığınız aldatmadan ibaretti.” Sonunda azabı görünce için için yanarlar. Biz de inkârcıların boyunlarına halkalar geçiririz. Onlar ancak yapıp ettiklerinin karşılığını görürler.

Sebe’ 31-33. Ayet Tefsiri

31, 32, 33 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Sebe’ 34-36. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اَرْسَلْنَا فٖي قَرْيَةٍ مِنْ نَذٖيرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِهٖ كَافِرُونَ
٣٤
وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالاً وَاَوْلَاداًۙ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبٖينَ
٣٥
قُلْ اِنَّ رَبّٖي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَࣖ
٣٦
Meâl: Biz hangi topluma bir uyarıcı göndermişsek oranın sefahate dalmış olanları mutlaka şöyle demişlerdir: “Biz sizin tebliğ ettiklerinize inanmıyoruz.” Ardından şunu eklemişlerdir: “Biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız.” De ki: “Rabbim rızkı dilediğine bol verir, dilediğine kısar; fakat insanların çoğu (bunun hikmetini) bilmezler.”

Sebe’ 34-36. Ayet Tefsiri

Her toplumda görülen sefahata dalmış varlıklı şımarık kesimin ilâhî bildirimler karşısında ortaya koyduğu çarpık mantığın ve küstah tavrın tasvir edildiği bu âyetlerde, rızkın asıl sahibi Allah Teâlâ olduğu halde bazı insanların yine O’nun verdiği imkânlara dayanarak O’na karşı direnmeye ve baş kaldırmaya çalışmasının tutarsızlığına dikkat çekilmektedir. Şayet onların gerekçeleri sağlıklı olsaydı o zaman insanlığın bütün imkânların paylaşımını kendi tercihlerine göre düzenleyebilmesi gerekirdi. Oysa bu hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir (bk. Rûm 30/37).

Sebe’ 37. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ بِالَّتٖي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْفٰٓى اِلَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاًؗ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَزَٓاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ اٰمِنُونَ
٣٧
Meâl: Sizi bize yaklaştıracak olan, ne servetiniz ne evlâtlarınızdır. Ama iman edip dünya ve âhirete yararlı iş yapanlar başka, yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfat vardır ve onlar köşklerde huzur ve güven içinde yaşayacaklar.

Sebe’ 37. Ayet Tefsiri

Önceki âyetlerde servet ve nüfuzunu her türlü kurtuluşun teminatı gibi görenlerin bu yanlış düşünceleri, rızkı sağlayanın yüce Allah olduğunu unutmaları açısından eleştirilmişti; burada ise bu imkânların kişiyi Allah’a yaklaştırma, O’nun rızasını elde etme ölçüsü olamayacağı; ancak bu imkânlar sağlam bir imana dayalı olarak ortaya konan iyi davranışlara dönüştürüldüğünde Allah katında değer bulacağı ifade edilmektedir.

Sebe’ 38. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ يَسْعَوْنَ فٖٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِزٖينَ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ
٣٨
Meâl: Âyetlerimizi etkisiz kılmak için çaba gösterenler ise azap içinde bırakılacaklardır.

Sebe’ 38. Ayet Tefsiri

Âyetlerimizi etkisiz kılmak üzere çaba gösterenler ise azap içinde bırakılacaklardır.

Sebe’ 39. Ayet Yazılış ve Meâli

قُلْ اِنَّ رَبّٖي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِهٖ وَيَقْدِرُ لَهُؕ وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقٖينَ
٣٩
Meâl: De ki: “Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar. Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Sebe’ 39. Ayet Tefsiri

Hayır amacıyla yapılan harcamalar Allah katında karşılıksız kalma­dığı gibi gönül rızasıyla veren kişi bundan ötürü bir kayba da uğramış olmaz; onların yeri Allah Teâlâ tarafından bir şekilde doldurulur. Bu, ya yerine benzeri maddî imkânlar verilmesi ya da bitmez tükenmez bir hazine olan kanaat duygularının geliştirilmesi ve kişinin iç huzurunun arttırılması biçiminde olabilir (Zemahşerî, III, 262).

Sebe’ 40. Ayet Yazılış ve Meâli

وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمٖيعاً ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ
٤٠
Meâl: O gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: “Bunlar mıydı size tapmakta olanlar?”

Sebe’ 40. Ayet Tefsiri

O gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: “Bunlar mıydı size tapmakta olanlar?”

Sebe’ 41. Ayet Yazılış ve Meâli

قَالُوا سُبْحَانَكَ اَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُونِهِمْۚ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّۚ اَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُؤْمِنُونَ
٤١
Meâl: Melekler şöyle cevap verecekler: “Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velîmiz onlar değil sensin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı.”

Sebe’ 41. Ayet Tefsiri

Kendilerinden söz edilen müşrikler melekleri de Allah’a ortak koşuyorlardı; dolayısıyla meleklerin buradaki beyanı onların asla kendilerine tapmadıklarını değil buna razı olmadıklarını, buna karşılık cinlerin kendilerine tapılmasını istediklerini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 223; cin konusunda bilgi için bk. En‘âm 6/100; Hicr 15/27; Kehf 18/50; Cin 72/1-3).

Sebe’ 42. Ayet Yazılış ve Meâli

فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعاً وَلَا ضَراًّؕ وَنَقُولُ لِلَّذٖينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّتٖي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ
٤٢
Meâl: (Ey tapanlar ve tapılanlar!) Artık bugün birbirinize ne fayda sağlayabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere şöyle diyeceğiz: “Yalan sayıp durduğunuz ateşin azabını tadın bakalım!”

Sebe’ 42. Ayet Tefsiri

(Ey tapanlar ve tapılanlar!) Artık bugün birbirinize ne fayda sağlayabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere şöyle diyeceğiz: “Yalan sayıp durduğunuz ateşin azabını tadın bakalım!”

Sebe’ 43. Ayet Yazılış ve Meâli

وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا رَجُلٌ يُرٖيدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬كُمْۚ وَقَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌ مُفْتَرًىؕ وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُبٖينٌ
٤٣
Meâl: Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğunda “Bu, başka değil, sizi atalarınızın taptıklarından vazgeçirmek isteyen biri” demişler ve eklemişlerdi: “Bu da ancak düzmece bir yalan.” İnkâr edenler kendilerine hakikat ulaştığında onun hakkında, “Bu, besbelli bir büyüdür” demişlerdi.

Sebe’ 43. Ayet Tefsiri

Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğunda “Bu, başka değil, sizi atalarınızın taptıklarından vazgeçirmek isteyen biri” demişler ve eklemişlerdi: “Bu da ancak düzmece bir yalan.” İnkâr edenler kendilerine hakikat ulaştığında onun hakkında, “Bu, besbelli bir büyüdür” demişlerdi.

Sebe’ 44-45. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَٓا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَٓا اَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذٖيرٍؕ
٤٤
وَكَذَّبَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْۙ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَٓا اٰتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُلٖيࣞ فَكَيْفَ كَانَ نَكٖيرِࣖ
٤٥
Meâl: Oysa biz onlara okuyacakları (inkârlarına dayanak yapacakları) kitaplar vermemiştik ve senden önce onlara uyarıcı da göndermemiştik. Onlardan öncekiler de (ilâhî bildirimleri) yalan saymışlardı. Bunlar (şimdikiler) onlara verdiklerimizin onda birine bile ulaşamadılar. Buna rağmen onlar peygamberlerimi yalancılıkla itham etmişlerdi. Ben de bilseniz onları nasıl cezalandırdım!

Sebe’ 44-45. Ayet Tefsiri

Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerine yakın zamanlarda gönderilmiş bir kitap ve peygamber yoktu; dolayısıyla onların Hz. Muhammed’in bildirdiklerine karşı direnmeleri ve peygamberliğini kabul etmeyip onu sihirbazlık vb. sıfatlarla itham etmeleri, ilâhî dinlerden kaynaklanan hiçbir sağlam kanıta dayanmamaktaydı (Taberî, XXII, 103; Râzî, XXV, 267; “Senden önce onlara uyarıcı da göndermemiştik” ifadesinin açıklaması için bk. Secde 32/3).

45. âyetin, “Onlardan öncekiler de (ilâhî bildirimleri) yalan say­mışlardı. Bunlar (şimdikiler) onlara verdiklerimizin onda birine bile ulaşamadılar. Buna rağmen onlar peygamberlerimi yalancılıkla itham etmişlerdi. Ben de bilseniz onları nasıl cezalandırdım!” şeklinde çevirdiğimiz kısmına müfessirlerin genel kanaatine göre mâna verilmiştir. Bunun izahı şöyledir: Şu müşrikler öncekilerin sahip olduğu güç, nimet ve uzun ömrün onda birine bile erişemediler; Allah onları cezalan­dırdı­ğına ve sahip oldukları imkânlar kendilerine bir yarar sağlayama­dığına göre şu zayıf kişilerin hali nice olur! Râzî bu yaygın yoruma yer verdikten sonra kendisinin âyeti başka bir yoruma açık gördüğünü belirtir. Onun yorumu şöyledir: Öncekiler Hz. Muhammed’in kavmine gösterilen açık kanıtların ve yapılan açıklamaların onda birine bile sahip değillerdi ve peygamberleri yalanlamalarından ötürü cezalan­dırılmışlardı; böyle olunca Hz. Muhammed’i yalancılıkla itham edenler nasıl cezalandırılmaz! 44. âyetin ifadesi de bu yorumu destekleyici niteliktedir (XXV, 267). Aynı yorum daha özet biçimde İbn Atıyye’nin tefsirinde de yer almaktadır. Ayrıca o, buradaki zamirlerin her ikisinin önceki top­lum­ların yerini tuttuğunu kabul eden üçüncü bir yoruma da değinir. Buna göre mâna, “Önceki toplumlar kendilerine verdiğimiz nimetlerin onda birinin bile şükrünü eda edebilmiş değillerdi” şeklinde olmaktadır (IV, 424).

Sebe’ 46-48. Ayet Yazılış ve Meâli

قُلْ اِنَّـمَٓا اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍۚ اَنْ تَقُومُوا لِلّٰهِ مَثْنٰى وَفُرَادٰى ثُمَّ تَتَفَكَّرُواࣞ مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍؕ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذٖيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدٖيدٍ
٤٦
قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْؕ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهٖيدٌ
٤٧
قُلْ اِنَّ رَبّٖي يَقْذِفُ بِالْحَقِّۚ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
٤٨
Meâl: De ki: “Size tek bir öğüt vereceğim: Allah için, başkalarıyla birlikte veya tek başınıza şöyle bir durup düşünün! (Görüyorsunuz ki) arkadaşınızda cinnetten eser yok; o ancak şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kimse.” De ki: “Sizden isteyebileceğim bir karşılık varsa o da sizin olsun; benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah’tır. O her şeye tanıktır.” De ki: “Kuşkusuz rabbim gerçeği ortaya koyar; O, gayblar âlemini hakkıyla ­bilmektedir.”

Sebe’ 46-48. Ayet Tefsiri

Bunca ibret örneği ve delilden sonra artık muhatapların ister vicdanlarıyla baş başa kalarak ister –çevresel baskılardan uzak ortamlarda– fikir alışverişinde bulunarak düşüncelerini bir noktaya odaklamaları istenmektedir: Kendilerine çağrıda bulunan kişinin soyu sopu, çocukluğundan itibaren o güne kadar ortaya koyduğu davranışlar hepsinin mâlûmu; hiçbir zaman ve hiçbir şekilde güvenilirliği, hak severliği, söz ve eylemlerinde mâkul ve tutarlı olma hususunda en küçük bir ithama mâruz kalmamış; –son sıralarda belirli kişilerce ortaya atılan (sihirbazlık yaptığı veya aklını yitirdiği gibi) bazı mesnetsiz iddialar dışında– şu an söylediklerinde çelişki bulunduğunu kimse ileri süremiyor, aklî dengesine gölge düşürecek somut bir kanıt gösteremiyor; ayrıca, yaptığı iş için kendilerinden bir karşılık beklemediğini de açıkça ifade ediyor. Şayet bunun üzerinde taassuptan uzak biçimde ve insafı elden bırakmadan düşünebilecek olurlarsa zaten mesele bitmiş olacak, apaçık hakikati önlerinde bulacaklardır.

Kuşkusuz rabbim gerçeği ortaya koyar” diye çevrilen 48. âyetteki cümle ile ilgili başlıca açıklamalar şunlardır: Vahiy ile gerçekleri açıklar, peygamberlerinin dilinden delilleri ortaya koyar; gerçekleri kalplere ulaştırır, yerleştirir; hakkı bâtılın üzerine atar ve onu siler (Zemahşerî, III, 264; Râzî, XXV, 269-270; “hak” ve “bâtıl” hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/81).

Sebe’ 49. Ayet Yazılış ve Meâli

قُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعٖيدُ
٤٩
Meâl: De ki: “Hak gelmiştir; bâtıl ne yeni bir şey var edebilir, ne de eskiyi geri getirebilir.”

Sebe’ 49. Ayet Tefsiri

De ki: “Hak gelmiştir; bâtıl ne yeni bir şey var edebilir, ne de eskiyi geri getirebilir.”

Sebe’ 50. Ayet Yazılış ve Meâli

قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّـمَٓا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖيۚ وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحٖٓي اِلَيَّ رَبّٖيؕ اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ
٥٠
Meâl: De ki: “Şayet ben yanlış yolda isem bunun vebali banadır. Eğer doğru yolda isem bu da rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O her şeyi işitmektedir, çok yakınımızdadır.”

Sebe’ 50. Ayet Tefsiri

De ki: “Şayet ben yanlış yolda isem bunun vebali banadır. Eğer doğru yolda isem bu da rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O her şeyi işitmektedir, çok yakınımızdadır.”

Sebe’ 51-54. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍۙ
٥١
وَقَالُٓوا اٰمَنَّا بِهٖۚ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍۚ
٥٢
وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُۚ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ
٥٣
وَحٖيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُؕ اِنَّهُمْ كَانُوا فٖي شَكٍّ مُرٖيبٍ
٥٤
Meâl: Korkuya ve telâşa kapıldıklarında onları bir görsen! Artık kaçış-kurtuluş yoktur, yakın bir yerden yakalanmışlardır. “Artık ona inandık” diyecekler; ama (dünyaya) bu kadar uzak bir yerden (kurtarıcı bir imana) kavuşmak ne mümkün! Daha önce onu inkâr etmişlerdi, gayb hakkında da körü körüne atıp tutuyorlardı. Artık kendileriyle arzuladıkları arasına bir set çekilmiştir; tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar sürekli şaşkınlığa iten bir kuşku içindeydiler.

Sebe’ 51-54. Ayet Tefsiri

Sûrenin başında kıyametin kendilerine gelmeyeceğini iddia edenlerden söz edilmişti; bu âyetlerde de, o inkârcıların kaçışı, kurtuluşu olmayan güne yakalanmanın telâşı içindeki halleri tasvir edilerek sûre tamamlanmaktadır.

51. âyette geçen “yakın bir yerden yakalanma”, bazı müfessirler tarafından, yeryüzünden, kabirlerden, mahşerde hesap görülen yerden veya bulundukları yerden alınıp cezalandırılma şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXII, 107-109; Şevkânî, IV, 384). Diğer bir yoruma göre ise burada, o kişilerin çepeçevre kuşatılmaları kastedilmektedir (İbn Atıyye, IV, 426). Muhammed Esed bunu “kendi içlerinden, kişiliklerinden, can damarından” şeklinde yorumlar (II, 883). 52. âyette geçen ve “Ama bu kadar uzak bir yerden (kurtaracak bir imana) kavuşmak ne mümkün!” şeklinde çevrilen cümle, imanın fayda vermesi ve kurtuluşa erme fırsatının çoktan kaçırılmış olduğunu veya tövbe etme ve tekrar dünyaya döndürülme isteğinin kabul edilmeyeceğini belirten temsilî bir anlatımdır (Taberî, XXII, 110-111; Şevkânî, IV, 384). 53. âyetin “körü körüne” şeklinde çevrilen kısmı lafzan “uzak yerden” anlamına gelmekte olup, bununla hiçbir sağlam delile dayanmadan ve bilinçsizce ortaya atılan iddialar kınandığı için (Şevkânî, IV, 384) böyle tercüme edilmiştir.