Ankebût Suresi Hakkında Detaylı Bilgi
1. Ayet Tefsiri 2-3. Ayet Tefsiri 4. Ayet Tefsiri 5-6. Ayet Tefsiri 7. Ayet Tefsiri 8. Ayet Tefsiri 9. Ayet Tefsiri 10-11. Ayet Tefsiri 12-13. Ayet Tefsiri 14-15. Ayet Tefsiri 16-18. Ayet Tefsiri 19-23. Ayet Tefsiri 24-25. Ayet Tefsiri 26-27. Ayet Tefsiri 28-35. Ayet Tefsiri 36-37. Ayet Tefsiri 38. Ayet Tefsiri 39-40. Ayet Tefsiri 41. Ayet Tefsiri 42. Ayet Tefsiri 43. Ayet Tefsiri 44. Ayet Tefsiri 45. Ayet Tefsiri 46. Ayet Tefsiri 47. Ayet Tefsiri 48. Ayet Tefsiri 49. Ayet Tefsiri 50-52. Ayet Tefsiri 53-55. Ayet Tefsiri 56. Ayet Tefsiri 57-60. Ayet Tefsiri 61-63. Ayet Tefsiri 64. Ayet Tefsiri 65-66. Ayet Tefsiri 67-68. Ayet Tefsiri 69. Ayet Tefsiri

Ankebût 1. Ayet Yazılış ve Meâli

الٓمٓࣞ
١
Meâl: Elif-lâm-mîm.

Ankebût 1. Ayet Tefsiri

Sûrelerin başlarında bulunan bu harflere hurûf-ı mukattaa denir. İlk bakışta birer rumuz gibi görünen harflerin değişik anlamlara işaret ettiği ileri sürülmüştür (bilgi için bk. Bakara 2/1).

Ankebût 2-3. Ayet Yazılış ve Meâli

اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
٢
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذٖينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبٖينَ
٣
Meâl: İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; kezâ O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.

Ankebût 2-3. Ayet Tefsiri

Putperestlerin başta Bilâl-i Habeşî, Ammâr ve Yâsir gibi kimsesizler olmak üzere, müslümanlara uyguladıkları baskı ve zulümlerin dayanılmaz noktalara ulaştığı Mekke döneminin sonlarında inen bu âyetler, gerçek mümin ve müslüman olmanın anlamını ve şartlarını ana çizgileriyle ortaya koyması bakımından büyük önem taşımaktadır. Buna göre insanların sorumluluklarını yerine getirmiş sayılmaları, dolayısıyla gerçek mânada müslüman olmaları için yalnızca “inandık” diyerek sözlü bir iman ikrarında bulunmaları yeterli değildir. Asıl dindarlık, Allah’ın insanları inançları uğrunda bazı güçlüklerle imtihan ettiğinde ortaya çıkar.

İbn Atıyye’nin de ifade ettiği gibi (IV, 305) her ne kadar bu âyetlerin, belirtilen tarihsel bağlamla ilgili olarak indiği kabul edilirse de içerdiği anlam ve mesaj süreklidir, evrenseldir; kapsamı da insanoğlunun karşılaşabileceği yoksulluk, hastalık, ölüm, savaş gibi bütün acı olayları, hatta yerine getirmek zorunda olduğu ödev ve sorumluluklara katlanmayı da içine alacak kadar geniştir. 3. âyette geçmiş çağlardaki toplulukların da bu tür fitnelerle imtihan edildikleri, yani düşmanlarının baskı ve zulümlerine mâruz kaldıkları belirtilmek suretiyle bu âyetlerin evrenselliğine işaret edilmiştir. Buna göre iyilikle kötülük, iyilerle kötüler, müminlerle münkirler arasındaki çatışma insanlık tarihinin sadece bir döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir; aksine bu “sünnetullah”tır, yani Allah’ın sürüp giden şaşmaz bir yasasıdır (Şevkânî, III, 221); başlangıcından sonuna kadar dünya hayatı bireyler için olduğu kadar topluluklar için de bir imtihan alanıdır. Nitekim müslümanlar, ilk zamanlarda olduğu gibi tarihin sonraki dönemlerinde de sıkıntılar yaşamışlar, inançlarını ve kutsal değerlerini yok etme hareketleriyle karşılaşmışlardır. Günümüz müslümanları da aynı durumu ağır bir şekilde yaşamaktadırlar; tarihin gelecek dönemlerinde de bu tür tehlikelerle karşı karşıya kalabileceklerdir. Şu halde bu âyetler sadece ilk müslümanları değil, her dönemdeki bütün inançlı insanları, –sadece “inandım” demekle yetinmeyip– kişisel ve toplumsal varlıklarına, değerlerine, hak ve özgürlüklerine, ülkelerine ve bağımsızlıklarına sahip çıkmaya; bu uğurda özveride bulunmaya, zorluklara ve acılara katlanmaya çağırmakta; doğrularla yalancıların, yani gerçekten mümin ve müslüman olanlarla sözde müslümanların bu şekilde ortaya çıkacağını, bunların Allah katındaki değerlerinin de bu imtihandaki başarı derecelerine göre belli olacağını ifade etmektedir.

Ankebût 4. Ayet Yazılış ve Meâli

اَمْ حَسِبَ الَّذٖينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِ اَنْ يَسْبِقُونَاؕ سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ
٤
Meâl: Yoksa kötülük yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar? Ne kadar yanlış düşünüyorlar!

Ankebût 4. Ayet Tefsiri

İnsanlar yalnızca hastalıklar, can ve mal kayıpları, baskı ve zulümler, savaşlar gibi sıkıntılarla imtihan edilmezler. Daha genel olarak yaşadığımız dünya bir imtihan dünyasıdır; önümüze çıkardığı iyilik ve kötülükleriyle hayatın kendisi bir imtihandır. İyilikleri seçenler Allah nezdinde imtihanı kazanmış olurlar; kötülükleri seçenler ise –âyetteki ifadesiyle– Allah’tan kaçıp kurtulabileceklerini düşünmemelidirler. Onlar böyle düşünüyor, böyle hükmediyorlarsa bu çok kötü, çok yanlış bir düşünce ve hükümdür; aksine onlar Allah’tan kaçamayacaklar, O’nun huzurunda hesap verip hak ettikleri cezayı çekeceklerdir.

Ankebût 5-6. Ayet Yazılış ve Meâli

مَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ اللّٰهِ فَاِنَّ اَجَلَ اللّٰهِ لَاٰتٍؕ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
٥
وَمَنْ جَاهَدَ فَاِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِهٖؕ اِنَّ اللّٰهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمٖينَ
٦
Meâl: Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse bilsin ki Allah’ın belirlediği sürenin sonu mutlaka gelecektir. O, her şeyi bilir, her şeyi işitir. Her kim elinden gelen çabayı gösterirse yalnız kendi iyiliği için çabalamış olur; çünkü Allah’ın, hiç kimsenin hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur.

Ankebût 5-6. Ayet Tefsiri

Allah’a kavuşmayı arzu eden”den maksat, dünyada O’nun iradesine uygun olarak yaşayıp O’nun hükümlerini yerine getirenler ve bunun karşılığının kendilerine verileceğini umanlar, dolayısıyla âhiret hayatına inananlardır. “Allah’ın verdiği sürenin sonu” ifadesiyle de ölüm veya ölüm sonrasında insanların yaptıklarının karşılığını bulacakları âhiretteki yargılanma zamanı kastedilmiştir (Râzî, XXV, 31). Hayat geçicidir; sonunda varılacak yer Allah’ın huzurudur. Dünyada acılara katlanma pahasına, Allah’ın yüklediği görevleri yerine getirerek büyük sınavı başaranlar, “Allah’a kavuşmayı arzu edenler”dir. Bunlar, iyi olmak ve iyiliği hâkim kılmak için gayretler göstermişlerse kendi iyilikleri için yapmışlardır. Çünkü “Allah’ın hiçbir kimsenin hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur.” İnsanların bütün iyi işleri er veya geç ama mutlaka kendi faydalarına sonuç verir; onun insanlıkta ve Müslümanlık’ta kemalini arttırır; Allah katındaki değerini ve derecesini yükseltir. Âyetten anlaşıldığına göre insanlar bir kere gönülden niyet edip karar vererek hayırlı işlere, üstün gayretlere giriştiler mi artık Allah’ın yardım ve desteği de onlarla olur ve bu sayede üstesinden gelemeyecekleri kadar ağır gibi görünen işleri bile başarabilirler, ulaşılamaz zannedilen hedeflere ulaşabilirler. Bu gerçeğe sûrenin son âyetinde de yer verilecektir.

Ankebût 7. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَحْسَنَ الَّذٖي كَانُوا يَعْمَلُونَ
٧
Meâl: Biz, iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanların (önceki) kötülüklerini mutlaka sileriz ve onları yaptıklarının daha güzeliyle ödüllendiririz.

Ankebût 7. Ayet Tefsiri

Kur’an’ın en çok önem verdiği, zihinlere yerleştirmeyi istediği ilkelerden biri de şudur: İnsanın inancı ne kadar yanlış, işleri ne kadar kötü olursa olsun, onun için kurtuluş kapısı daima açıktır; insan bir kere içtenlikle Allah’a dönüp bu kapıdan girdikten, yani istikametini düzeltip Allah’ın istediği ruh temizliğini gerçekleştirdikten, kalbini imanla ve hayatını güzel işlerle donattıktan sonra artık günahları anlamını kaybedecek ve tamamıyla silinip yok edilecek; o insan tertemiz bir mümin olarak hayata yeniden başlamış sayılacaktır; hatta âyete göre Allah böyle insanları, yaptıkları iyi işleri sayesinde hak ettiklerinden daha güzeliyle ödüllendirecektir. Bu ödüllendirmenin bir âhiret yönünün bulunduğu muhakkaktır; fakat âyette bunun sadece âhirette olacağına dair sınırlayıcı bir ifade bulunmadığına göre, burada hem uhrevî hem dünyevî ödüllendirmenin kastedildiği düşünülebilir. Özellikle âyetteki “güzel işler”in her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek bireyin gerekse toplumun maddî ve mânevî gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan faydalı işleri kapsadığı düşünülecek olursa dünyevî ödüllendirmenin anlamı daha iyi ortaya çıkar. Buna göre kısaca eğer insanlar iman edip güzel işler yaparlarsa, Allah da onları eskiden yaptıkları kötü işlerin zararlı sonuçlarından kurtarır; bundan böyle yapacakları güzel işlerin sonuçlarının daha da güzel olmasını sağlar; onların hem bireysel hem de toplumsal planda gelişmelerini, güçlenmelerini, mutlu ve huzurlu olmalarını; eğitimde, kültürde, sağlıkta, uygarlığın diğer nimetlerinde hem bunları üretme hem de bunlardan istifade etme yönünde onlara yardım eder. Kuşkusuz âyetteki “sâlih amelleri işleme” ifadesi, Allah’ın rızâsına ve yoluna uymayan her türlü kötülüklerle mücadeleyi de içine aldığına göre –bir önceki âyetle de bağlantısı dikkate alındığında– Allah’ın bu ödüllendirme vaadi, kötülüklerle mücadelede başarıyı, dolayısıyla erdemli bir toplum gerçekleştirmeyi de kapsar.

Ankebût 8. Ayet Yazılış ve Meâli

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْناًؕ وَاِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بٖي مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَاؕ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
٨
Meâl: Biz insana anne babasına iyi davranmasını emrettik. Ama onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onların sözüne uyma! Sonunda dönüşünüz yalnız bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım.

Ankebût 8. Ayet Tefsiri

Ana babaya iyi davranma konusu Kur’an’ın önem verdiği, dolayısıyla İslâm ahlâkının öncelikli ödevlerinden biridir. Burada ana babaya iyiliğin özellikle hatırlatılmasının sebebi, böylesine önemli olan bu ödevin dahi tevhid inancından daha önemli ve önde tutulamayacağına işaret etmektir. İnsan sadece dışarıdan gelen baskılara değil, bizzat ebeveyninin baskılarına mâruz kalarak da bir sınav geçirebilir. Şu halde eğer ana baba evlâtlarından, Allah’ın varlığını ve birliğini tanımama yönünde, bu sonucu doğurabilecek bir istekte bulunurlarsa bu isteğe uyulmayacaktır. Ancak burada ana babalar, inkâr ve şirkin dışında, açıkça günah ve haram olan başka şeyler buyururlarsa bu buyruğa itaat edilmesi gerektiği şeklinde bir anlam çıkarılmamalıdır. Zira hiçbir buyruk Allah’ın buyruğundan daha önemli olamaz; dolayısıyla hadislerde de belirtildiği gibi kural olarak Allah’a âsi olma anlamına gelebilecek hiçbir buyruğa itaat edilemez (meselâ bk. Müsned, I, 400, 409; II, 17, 142; Buhârî, “Ahkâm”, 4; “Cihâd”, 108; Müslim, “İmâre”, 39).

Âyet bazı putperest Araplar’ın, müslüman olan evlâtları üzerinde baskı kurmalarıyla ilgilidir. Ancak müminler bu tür baskılarla her zaman karşılaşabilirler; evlâtlarının dindarlığından rahatsızlık duyan ve onlar üzerinde baskı kurmaya çalışan ailelere her dönemde rastlamak mümkündür. Böyle durumlarda bir yandan Allah’ın buyruklarına karşı gelmekten sakınmak, diğer yandan da yine Allah’ın buyruğu olan ebeveyn hukukuna riayet etmek için samimi bir çaba göstermenin evlâtlar için oldukça zor ama ecri büyük bir davranış olacağını ve bu gerilime katlanmanın da bu dünyada tâbi olduğumuz sınavın bir parçası olduğunu daima göz önünde tutmak gerekir.

Ankebût 9. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِحٖينَ
٩
Meâl: İman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara gelince, onları (katımızda) mutlaka iyiler arasına alacağız.

Ankebût 9. Ayet Tefsiri

Yukarıda 7. âyette de geçtiği gibi “iman edip güzel işler yapma” ifadesi, Kur’an’ın sık sık tekrar ettiği son derece kapsamlı bir ifadedir. 7. âyette iman edip güzel işler yapanlara geçmişteki hatalarının bağışlanacağı, yaptıkları iyiliklerin daha güzelleriyle karşılık bulacağı bildirilmişti. Burada ise Allah, iman edip güzel işler yapanları mutlaka erdemli insanlar arasına alacağını vaad etmektedir. “Erdemli insanlar” diye çevirdiğimiz âyetteki sâlihînin tekili olan sâlih, “düzenli, uygun, iyi, doğru, yararlı, barışçı, uzlaşmacı” gibi anlamlarda hem eylemlerin hem de insanların sıfatı olarak kullanılır. İlgili âyetler bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, özellikle Enbiyâ sûresinin 105. âyeti de dikkate alındığında sâlih kelimesinin, din ve dünya işlerinin hakkını vererek yapan, dünya ve âhirette huzurlu ve mutlu olmanın gerektirdiği şartları taşıyan insanı ifade etmektedir.

Ankebût 10-11. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ فَاِذَٓا اُو۫ذِيَ فِي اللّٰهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللّٰهِؕ وَلَئِنْ جَٓاءَ نَصْرٌ مِنْ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ اِنَّا كُنَّا مَعَكُمْؕ اَوَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِمَا فٖي صُدُورِ الْعَالَمٖينَ
١٠
وَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْمُنَافِقٖينَ
١١
Meâl: İnsanlar arasında öyleleri de vardır ki, “Allah’a inanıyoruz” derler; ama Allah uğrunda bir sıkıntıyla karşılaşınca insanlardan gördükleri eziyeti Allah’tan gelen bir ceza gibi düşünürler. Ama rabbinden bir yardım gelecek olsa o zaman da mutlaka (gerçek müminlere), “Aslında biz hep sizinle olduk” derler. Peki ama herkesin kalbindekileri en iyi bilen Allah değil midir? Muhakkak ki Allah, gerçekten iman edenleri de bilir, inanmış gibi görünenleri de bilir.

Ankebût 10-11. Ayet Tefsiri

Bu iki âyette münafıkların tutumundan söz edilmektedir. Münafıkların Medine’de ortaya çıktıkları dikkate alınarak bu âyetlerin Medine döneminde indiğini kabul edenler vardır. Ancak özellikle Mekke döneminin sonlarına doğru putperestlerin müslümanlar üzerindeki baskılarının şiddetlenmesi sebebiyle, müslüman olmuş bazı kişilerin zaaf gösterdikleri, münafıkça davrandıkları da düşünülebilir. Burada asıl önemli nokta, insan gerçeğinin son derece ciddi bazı zaaflarına işaret edilmesidir.

Diğer bütün canlılardan farklı olarak insan, inançları ve değerleri uğruna gerektiğinde güçlüklere katlanmayı göze alan bir varlıktır. O, bedeni ve organları ne kadar kendi varlığının bir parçası ise aynı şekilde inancını, mânevî değerlerini, haklarını ve ödevlerini de kişiliğinin vazgeçilmez unsurları olarak gördüğü, gerektiğinde bunlar uğruna fiziksel zorluklara göğüs gerip kişiliğini koruduğu sürece yaratılmışların üstünü olma ayrıcalığına sahip olur. 10. âyet bu temel insanlık şuuruna ulaşamamaları, bu yüzden farklı durumlarda farklı kişilikler sergilemeleri sebebiyle –İslâmî literatürde münafıklar denilen– sözde inanmışları eleştirmekte; böylece müslümanların önüne yüksek bir insanlık ideali koymaktadır. Daha sonra Allah’ın, insanların kalplerindeki en gizli niyetleri bildiği gibi kimin özü sözü bir, kimin iki yüzlü, kimin sahtekâr olduğunu bildiği uyarısında bulunulmakta; böylece zımnen müminle münafık arasındaki önemli bir farka işaret edilmektedir ki, bu fark da yukarıda belirtilen kişilik yapısına, insanlık idealine ulaşma derecesinde ortaya çıkmaktadır.

Ankebût 12-13. Ayet Yazılış ve Meâli

وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّبِعُوا سَبٖيلَنَا وَلْنَحْمِلْ خَطَايَاكُمْؕ وَمَا هُمْ بِحَامِلٖينَ مِنْ خَطَايَاهُمْ مِنْ شَيْءٍؕ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
١٢
وَلَيَحْمِلُنَّ اَثْقَالَهُمْ وَاَثْقَالاً مَعَ اَثْقَالِهِمْؗ وَلَيُسْـَٔلُنَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَمَّا كَانُوا يَفْتَرُونَࣖ
١٣
Meâl: İnkârcılar müminlere, “Gelin bizim yolumuza uyun, günahınızı biz yüklenelim” derler. Oysa onların hiçbir günahını gerçekten yüklenecek değillerdir; hakikatte onlar katıksız yalancılardır. Onlar mutlaka kendi günah yükleriyle birlikte başka yükler de yüklenecekler; düzüp koştukları iddialardan dolayı kıyamet gününde kaçınılmaz olarak sorguya çekileceklerdir.

Ankebût 12-13. Ayet Tefsiri

Bu âyetlerin yukarıdaki iki âyetle bağlantısı dikkate alındığında, bazı Kureyşli putperestlerin –biraz da alay kokan bir üslûpla– müslümanları dinlerinden döndürmeye çalıştıkları anlatılmaktadır. İyi incelendiğinde görülecektir ki Kur’an-ı Kerîm, inançsız da olsa kendi halindeki kişilerden çok, gerçek inanca ve erdemli yaşayışa düşman olan, bu tür değerlere karşı savaş veren, bu yolu benimsedikleri için insanlara düşman olan ve onları yollarından döndürmek için alay eden, hakarette bulunan ve ağır baskılara kadar her türlü yola başvuran, insanlık fıtratı bozulmuş, militan, zorba ve beyinsiz (sefîh) inkârcılara karşı mücadele vermektedir.

Bu şekilde insanları saptırmaya kalkışanlar, kendi günahlarının yanında, saptırdıkları insanlarınki kadar başka günahlar da yüklenirler. Nitekim Hz. Peygamber bu gerçeği daha genel bir çerçevede şöyle ifade etmiştir: “Kim İslâm’da bir güzelliğe önder olursa kıyamete kadar o yolda gidenlerin sevabınca sevap kazanır, ötekilerin sevabından da bir şey eksilmez. Ama kim bir kötülüğe öncülük ederse kıyamete kadar onu yapanların günahları kadar günah işlemiş olur, ötekilerin günahları da eksilmiş olmaz” (Müsned, IV, 362; Müslim, “İlim”, 15; “Zekât”, 69).

Ankebût 14-15. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً اِلٰى قَوْمِهٖ فَلَبِثَ فٖيهِمْ اَلْفَ سَنَةٍ اِلَّا خَمْسٖينَ عَاماًؕ فَاَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ
١٤
فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَصْحَابَ السَّفٖينَةِ وَجَعَلْنَاهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَمٖينَ
١٥
Meâl: Vaktiyle biz Nûh’u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nûh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürlerken onları tûfan yakaladı. Fakat biz Nûh’u ve gemidekileri kurtardık ve bunu bütün insanlık için bir ibret yaptık.

Ankebût 14-15. Ayet Tefsiri

14, 15 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Ankebût 16-18. Ayet Yazılış ve Meâli

وَاِبْرٰهٖيمَ اِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاتَّقُوهُؕ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
١٦
اِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْثَاناً وَتَخْلُقُونَ اِفْكاًؕ اِنَّ الَّذٖينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقاً فَابْتَغُوا عِنْدَ اللّٰهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُؕ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
١٧
وَاِنْ تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ اُمَمٌ مِنْ قَبْلِكُمْؕ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ
١٨
Meâl: İbrâhim’i de (resul olarak gönderdik). Kavmine şöyle demişti: “Allah’a kulluk edin ve O’na itaatsizlikten sakının. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” “Siz Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız inançlar uyduruyorsunuz. Kuşkusuz Allah’ı bırakıp da taptığınız bu şeyler size rızık vermekten âcizdirler. O zaman rızkınızı Allah’ın katında arayın, O’na kul olun, O’na şükredin; sonunda O’na döneceksiniz.” “Eğer (gerçeği) yalanlamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki sizden önceki nice topluluklar da böyle yalanlamalarda bulundular. Elçinin görevi açık bir tebliğden ibarettir.”

Ankebût 16-18. Ayet Tefsiri

Hz. İbrâhim’in kavmiyle ilişkileri ve tebliğ faaliyetleri hakkında daha önceki sûrelerde başka vesilelerle bilgi verildiği için burada ayrıntılı açıklama yapmayı gerekli görmüyoruz. Şu kadarını belirtelim ki İbrâhim, öncelikle halkını, bütün peygamberlerin tebliğlerinin ortak ilkesi olan bir Allah’a kul olmaya, tanrı diye taptıkları putların gerçekten tanrı niteliklerine sahip olup olmadıkları üzerinde düşünmeye çağırmış; daha önce başka toplumların da kendi peygamberlerini yalancılıkla suçladıklarını hatırlatarak onların âkıbetlerinden ibret almaları gerektiğini ima etmiştir.

Hz. İbrâhim’in, “Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır” şeklindeki ifadesi (16. âyet) özellikle şu gerçeklere işaret etmektedir: İnsanın Allah’a kul olup O’na saygıyla itaat etmesinin faydası yine insanın kendisinedir. Çünkü Allah’tan başkasına kul olmak öncelikle insanlık onurunu, kişiliğini tahrip eder; ayrıca inkârcılık insanların âhiretteki kurtuluşunu imkânsız kıldığı gibi eninde sonunda dünya hayatlarına da zarar verir. 18. âyette bazı eski toplulukların yanlış tutumlarının hatırlatılması da inkârcılığın yol açtığı dünyevî kayıp konusunda uyarı maksadı taşımaktadır.

Ankebût 19-23. Ayet Yazılış ve Meâli

اَوَلَمْ يَرَوْا كَيْفَ يُبْدِئُ اللّٰهُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُؕ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيرٌ
١٩
قُلْ سٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الْاٰخِرَةَؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌۚ
٢٠
يُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْحَمُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَاِلَيْهِ تُقْلَبُونَ
٢١
وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِزٖينَ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِؗ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍࣖ
٢٢
وَالَّذٖينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَلِقَٓائِهٖٓ اُو۬لٰٓئِكَ يَـئِسُوا مِنْ رَحْمَتٖي وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ
٢٣
Meâl: Peki onlar, Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra onu ardarda sürdürdüğünü görmezler mi? Kuşkusuz bu, Allah için kolaydır. (Resulüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kādirdir.” “O, dilediğine azap eder, dilediğini esirger. Hepiniz dönüp dolaşıp O’na ­varacaksınız.” “Ne yeryüzünde ne de gökte Allah’ı çaresiz bırakabilirsiniz. Allah’ın dışında bir himayeciniz ve yardımcınız da yoktur.” Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler, işte bunların rahmetimden ümitleri olamaz ve bunlar için acı bir azap vardır.

Ankebût 19-23. Ayet Tefsiri

Bu bölümün, Hz. İbrâhim ve onun halkıyla ilgili önceki âyetlerin devamı sayılabileceği gibi –bir tür parantez içi ifadesi olarak– Hz. Peygamber ve onun kavmiyle ilgili olabileceği de belirtilmektedir. Her iki durumda da önemli olan, varlığı, oluşu ve hayatı başlatanın da devam ettirenin de Allah olduğunun ortaya konmasıdır. Bu gerçeğin “... görmezler mi?” şeklinde soru ifadesiyle dile getirilmesi ise insanın duyu ve zihin imkânlarını kullanmasının gerekliğine işaret etmektedir. Ayrıca sağlıklı bir şekilde incelenip üzerinde düşünüldüğünde varlığın arkasındaki hikmeti, planı ve o planın sahibini anlama imkânının elde edilebileceğine de işaret vardır. Bu yaratılış olgusunun hatırlatılmasında, –Kur’an’da değişik vesilelerle sık sık altı çizildiği gibi– aynı yaratıcı kudretin âhiret denilen ikinci hayatı gerçekleştirmeye de muktedir olduğuna bir ima bulunmaktadır.

19. âyeti şu şekilde anlayanlar da vardır: “Görmez mi onlar, Allah varlığı ilk baştan nasıl yoktan yaratıyor? Sonra O, yaratılışı tekrar gerçekleştirecektir.” Bu yoruma göre önce evrendeki sürekli yaratılış hatırlatılmakta, ardından da âhiret hayatının başlangıcı olmak üzere ikinci yaratılışın gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir. İlk yaratılışın geniş zaman (muzâri) fiiliyle zikredilmesi bu yaratılışın sürekliliğine işaret eder (bk. Kurtubî, XIII, 349; İbn Âşûr, XX, 228). Ancak âyetin bütününde dünyadaki yaratılışa, bu yaratılışın sürekliliğine dikkat çekildiği şeklindeki görüş daha isabetli görünmektedir. 20. âyette ise hem dünyadaki yaratma hem de dünya hayatının sona ermesinin ardından ikinci hayat için diriltme söz konusu edilmiş; ilk yaratma, ikinci yaratmanın mümkün olduğuna delil olarak gösterilmiştir (Taberî, XX, 138-139). 21. âyette ikinci yaratılışın yani âhiret hayatının gerçekleşme sebebi dolaylı bir ifadeyle belirtilmiştir ki bu da Allah’ın dilediğine azap etmesi, dilediğine de merhametiyle muamele edip azaptan esirgemesidir. Kuşkusuz Allah, adalet ve hikmet sahibi olduğu için, dünya hayatını inkâr ve isyanla geçirenleri cezaya çarptıracak, iman ve itaatle geçirenleri de azaptan koruyup lutuf ve merhametiyle onlara ikramda bulunacaktır. Nitekim 23. âyet, ilâhî rahmetin ve cezanın adalet temeline dayandığına dikkat çekmektedir.

Ankebût 24-25. Ayet Yazılış ve Meâli

فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهٖٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا اقْتُلُوهُ اَوْ حَرِّقُوهُ فَاَنْجٰيهُ اللّٰهُ مِنَ النَّارِؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
٢٤
وَقَالَ اِنَّمَا اتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْثَاناًۙ مَوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ ثُمَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُمْ بَعْضاًؗ وَمَأْوٰيكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَاصِرٖينَࣗ
٢٥
Meâl: Kavminin (İbrâhim hakkındaki) cevabı, “Onu öldürün ya da yakın!” demekten ibaret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. İşte bunda inanan bir topluluk için ibretler vardır. İbrâhim onlara şöyle demişti: “Sizler, sırf dünya hayatında aranızdaki sevgi (ve çıkar) ilişkisini sürdürmek için Allah’ı bırakıp kendinize birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet gününde birbirinizi reddedecek, birbirinize lânetler yağdıracaksınız. Varacağınız yer cehennemdir; hiçbir yardımcınız da olmayacaktır.”

Ankebût 24-25. Ayet Tefsiri

Hz. İbrâhim, kavminin bayram şenliği için kasabanın dışına çıktığı bir sırada, en büyükleri dışındaki bütün putlarını kırmış, bu yüzden onu ateşe atarak cezalandırmaya kalkıştıklarında Allah Teâlâ bir mûcize gerçekleştirip, o dehşetli ateşi serinliğe dönüştürmüştü, İbrâhim de sağ salim kurtulmuştu (bilgi için bk. Enbiyâ 21/51-71). Fakat bu olay da kavmi üzerinde ciddi bir tesir bırakmadı; 25. âyetten anlaşıldığına göre bunun bir sebebi de putperestliğin, söz konusu kavim arasında bir dayanışma ruhu doğurmuş olmasıydı. Yani onlarda din, bir inanç konusu olmaktan ziyade bir toplumsal kaynaşma aracı idi. Böylece onlar için dinî inançların doğru veya yanlış olmasının önemli görülmediği, toplumda bir sevgi bağı oluşturacak şekilde geleneksel bir kurum olmasının yeterli bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda bir gerçeklik konusu değil de sadece bir töre ve çıkar konusu, bir kültür unsuru olarak benimsenen dinin ebedî kurtuluşu sağlamaktan uzak olacağı da açıktır. Dolayısıyla, 25. âyette belirtildiğine göre, dünyada böyle bâtıl bir din etrafında birleşenler, sadece gerçek olanların değer taşıyacağı âhirette aynı sevgi bağını sürdüremeyecekler; aksine tapanlar, tapılanlar, birbirini aldatıp haktan saptıranlar ve körü körüne onlara kapılıp sapanlar, hepsi birbirinden kopacak, hatta birbirine ağır eleştiriler yönelteceklerdir; ama bu suçlamalar hiçbirini hak ettikleri cezaya çarptırılmaktan, Allah’ın yardımından mahrum kalmanın doğuracağı çaresizlikten kurtaramayacaktır.

Ankebût 26-27. Ayet Yazılış ve Meâli

فَاٰمَنَ لَهُ لُوطٌۘ وَقَالَ اِنّٖي مُهَاجِرٌ اِلٰى رَبّٖيؕ اِنَّهُ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
٢٦
وَوَهَبْنَا لَـهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا فٖي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَاٰتَيْنَاهُ اَجْرَهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحٖينَ
٢٧
Meâl: Bunun üzerine Lût ona iman etti. (İbrâhim) “Artık ben rabbime göç edeceğim. Şüphesiz O güçlüdür, hikmet sahibidir” dedi. Ona İshak ve Ya‘kūb’u bağışladık, soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik. Ona bu dünyada mükâfatını verdik; o, âhirette de iyiler arasında yer ­alacaktır.

Ankebût 26-27. Ayet Tefsiri

Lût, İbrâhim’in kardeşi Haran’ın oğludur (Tekvîn, 14/12). Amcasının yaymaya çalıştığı dini benimsemiş, daha sonra kendisi de peygamberlikle şereflendirilmiştir (Lût hakkında bilgi için bk. Hûd 11/69-73).

“Artık ben, rabbime göç edeceğim” meâlindeki ifadeyi Hz. Lût’a nisbet edenler olmuşsa da bunu Hz. İbrâhim’in söylediği yönündeki görüş daha isabetli görünmektedir. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm, putperest halkı tarafından atıldığı ateşten en küçük bir zarar görmeden kurtulmasıyla sonuçlanan mûcizeye rağmen yine de halkı kendisine iman etmeyince artık orada kalmanın mânasız hale geldiğini anlamış ve Ken‘ân diyarına hicret etmeye karar vermişti (Hz. İbrâhim’in hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124).

İshak, İbrâhim’in İsmâil’den sonra dünyaya gelen oğlu, Ya‘kub da onun İshak’tan torunudur. Ya‘kub’un diğer bir adı da İsrâil’dir; İsrâiloğulları ismi buradan gelmektedir. Âyette İshak ile birlikte Ya‘kub’un da Hz. İbrâhim’e bir bağış ve armağan olarak anılması, onun İsrâiloğulları’nın tarihindeki önemine işaret eder.

İbn Atıyye, Hz. İbrâhim’e dünyada verilen mükâfatı, ateşten kurtarıl­ması, âdil davranması, doğru ve yararlı işler yapmayı ilke edinmesi, her çağda saygıyla anılması, sonraki bütün nesillerin onu mânevî önder ve rehber olarak görmeleri, Hz. İsmâil gibi gönlü saygıyla dolu bir evlâda sahip olması şeklinde özetlemiştir (IV, 314).

Ankebût 28-35. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِهٖٓ اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَؗ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَمٖينَ
٢٨
اَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ وَتَقْطَعُونَ السَّبٖيلَ وَتَأْتُونَ فٖي نَادٖيكُمُ الْمُنْكَرَؕ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهٖٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا ائْتِنَا بِعَذَابِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقٖينَ
٢٩
قَالَ رَبِّ انْصُرْنٖي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدٖينَࣖ
٣٠
وَلَمَّا جَٓاءَتْ رُسُلُـنَٓا اِبْرٰهٖيمَ بِالْبُشْرٰىۙ قَالُٓوا اِنَّا مُهْلِكُٓوا اَهْلِ هٰذِهِ الْقَرْيَةِۚ اِنَّ اَهْلَهَا كَانُوا ظَالِمٖينَۚ
٣١
قَالَ اِنَّ فٖيهَا لُـوطاًؕ قَالُوا نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَنْ فٖيهَاؗ لَنُنَجِّيَنَّهُ وَاَهْلَـهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُؗ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرٖينَ
٣٢
وَلَمَّٓا اَنْ جَٓاءَتْ رُسُلُنَا لُـوطاً سٖٓيءَ بِهِمْ وَضَـاقَ بِهِمْ ذَرْعاً وَقَالُوا لَا تَخَفْ وَلَا تَحْزَنْࣞ اِنَّا مُنَجُّوكَ وَاَهْلَكَ اِلَّا امْرَاَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرٖينَ
٣٣
اِنَّا مُنْزِلُونَ عَلٰٓى اَهْلِ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
٣٤
وَلَقَدْ تَرَكْنَا مِنْهَٓا اٰيَةً بَيِّنَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
٣٥
Meâl: Lût’a gelince o, kavmine demişti ki: “Siz, kesinlikle daha önce hiçbir milletten hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.” “Siz hâlâ erkeklere yaklaşacak, meşrû yolu kapatacak, toplantılarınızda ahlâk dışı işler yapacak mısınız?” Kavminin tek cevabı şu oldu: “Hadi, doğru söyleyenlerden isen başımıza Allah’ın azabını getir de görelim!” Lût, “Şu ahlâkı bozan topluluğa karşı bana yardım et rabbim!” diye dua etti. Elçilerimiz İbrâhim’e müjdeyi getirdiklerinde, “Biz şu memleketin halkını yok edeceğiz; çünkü oranın halkı zulme sapmışlardır” dediler. İbrâhim, “Ama orada Lût da yaşıyor!” dedi. “Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz; onu ve karısı dışındaki bütün ailesini elbette kurtaracağız, karısı geride kalanlar arasında yer alacak” dediler. Elçilerimiz kendisine geldiğinde Lût, onlardan dolayı huzursuz oldu ve ne yapacağını şaşırdı. Ama onlar “Korkma, tasalanma!” dediler; “Biz seni ve karın dışında bütün aileni kurtaracağız; karın ise geride kalanlar arasında yer alacak.” “Biz, yoldan çıkmalarının cezası olarak bu memleket halkının üzerine gökten alçaltıcı bir belâ indireceğiz!” İşte o memleketten geriye, aklını kullananların yararlanabileceği açık bir ibret vesikası bıraktık.

Ankebût 28-35. Ayet Tefsiri

28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 35 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.

Ankebût 36-37. Ayet Yazılış ve Meâli

وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْباًۙ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِدٖينَ
٣٦
فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا فٖي دَارِهِمْ جَاثِمٖينَؗ
٣٧
Meâl: Medyenliler’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. “Ey kavmim” dedi, “Allah’a kul olun, âhiret gününü ümitle bekleyin; yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın!” Ama onu yalancılıkla suçladılar. Bunun üzerine kendilerini o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler!

Ankebût 36-37. Ayet Tefsiri

Şuayb aleyhisselâm Hz. Mûsâ’nın çağdaşı olan bir peygamberdir. Kitâb-ı Mukaddes’te bildirildiğine göre (Çıkış, 2/18-22; Resullerin İşleri, 7/29) uzun süre Mûsâ’yı hizmetinde çalıştırdıktan sonra onu kızıyla evlendirmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de bu olay Hz. Şuayb’ın ismi zikredilmeden anlatılmakta (bk. Kasas 28/22-28), tefsirlerde ise Hz. Mûsâ’nın kayınpederinin Şuayb aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adı olan Medyen’de peygamber olmuş; fakat onun bütün gayretlerine rağmen halkı, başka günahları yanında özellikle iş ve ticaret hayatında hukuk ve ahlâk kurallarını çiğnedikleri, insanların yolunu kesip hak dini öğrenmelerine engel oldukları için helâk olmuşlardır (bilgi için bk. A‘râf 7/85-93).

Ankebût 38. Ayet Yazılış ve Meâli

وَعَاداً وَثَمُودَا۬ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْࣞ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبٖيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرٖينَۙ
٣٨
Meâl: Âd ve Semûd kavimleri de öyle. Onların durumlarını meskenlerinin kalıntıları size apaçık gösteriyor. Şeytan onlara, (kötü) işlerini güzel gösterip kendilerini doğru yoldan saptırmıştı; oysa gerçeği görme yeteneğine de sahiplerdi.

Ankebût 38. Ayet Tefsiri

Âd ve Semûd iki eski Arap kavmidir. İlkine Hûd aleyhisselâm, ikincisine de Hz. Sâlih peygamber olmuştur (bilgi için bk. A‘râf 7/65-79).

Âyette şeytanın, bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edilmekle birlikte, aslında onların gerçeği görme yeteneğine (istibsâr) sahip oldukları özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama, insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve iradî güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir önem taşır.

Ankebût 39-40. Ayet Yazılış ve Meâli

وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْاَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقٖينَۚ
٣٩
فَكُلاًّ اَخَذْنَا بِذَنْبِهٖۚ فَمِنْهُمْ مَنْ اَرْسَلْنَا عَـلَيْهِ حَـاصِباًۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُۚ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ الْاَرْضَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَغْرَقْنَاۚ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
٤٠
Meâl: Kārûn, Firavun ve Hâmân’ın âkıbeti de aynı oldu. Gerçekte Mûsâ onlara açık seçik deliller getirmişti; ama onlar yeryüzünde ululuk tasladılar. Oysa kaçıp kurtulmaya güçleri de yoktu. Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı.

Ankebût 39-40. Ayet Tefsiri

“Yeryüzü” diye çevirdiğimiz 39. âyetteki arz kelimesi Kur’an’da çoğunlukla hakkında bilgi verilen kişi veya topluluğun yaşadığı yeri, şehri veya ülkeyi ifade etmekte; dolayısıyla burada Mısır kastedilmektedir. Âyette anılan kişiler, Hz. Mûsâ’nın davetini etkisiz kılmaya çalışan bu ülkenin yöneticileridir (bu isimler hakkında bk. A‘râf 7/103; Kasas 28/6-8, 76-83). Bu yöneticilerin eleştirilecek birçok kötülüğü bulunmakla birlikte âyette istikbâr kavramıyla ululuk taslamaları, kendilerini herkesten üstün görmeleri, özellikle hak din mensuplarına tepeden bakıp onların inançlarını aşağılamaları söz konusu edilmiştir. Bu da açıkça Kur’an’ın ilke olarak baskıcı ve despot yönetimlere karşı tavrının somut bir örneğini ortaya koymaktadır. Âyetin sonundaki, “Oysa (Allah’tan) kaçıp kurtulma imkânları yoktu” cümlesi, bütün baskıcı yöneticilerin er veya geç Allah katında hak ettikleri cezayı görmekten kurtulamayacaklarını ifade etmekte, 40. âyette de bu baskıcı kesimlerden bazılarının, kötülük ve inkârları yüzünden başlarına gelen felâketlerden örnekler verilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’in ilgili yerlerinde Lût kavminin taşları savuran fırtınalarla, Semûd kavmiyle Medyenliler’in korkunç bir sesle gelen deprem felâketiyle, Nûh kavmi ile Firavun’un adamlarının, sulara gömülerek cezalandırıldıkları, Karun’un da mal ve mülküyle beraber yere gömüldüğü bildirilmiştir.

Ankebût 41. Ayet Yazılış ve Meâli

مَثَلُ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِۚ اِتَّخَذَتْ بَيْتاًؕ وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِۘ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
٤١
Meâl: Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!

Ankebût 41. Ayet Tefsiri

Putperestlerin dinlerinin anlamsızlığını, çürüklüğünü; onların tanrı diye inanıp bağlandıkları, sığınıp güvendikleri nesnelerin yararsızlığını anlatan âyet, daha genel olarak Allah’ı bırakıp O’ndan başkasını tanrı tanıyan veya böyle açıkça olmasa bile, tutum ve davranışlarıyla bir fâniye –olağan ve mâkul saygı sınırlarının ötesine geçerek– tanrı gibi bağlanan ve sadece Allah’tan bekleyebileceği yardım ve desteği ondan bekleyen insanın, içine düştüğü büyük yanılgıyı etkileyici bir benzetmeyle anlatmaktadır. 42. âyet, bu tür yanlış inanç ve davranışta olanlara bir uyarıdır. Bir önceki âyette Allah’tan başkasını dayanak edinenlerin ne kadar zayıf bir sığınağa güvendikleri belirtilmişti. Bu âyetin sonunda ise Allah’ın özellikle azîz (sınırsız derecede güçlü) ve hakîm (kusursuz hüküm ve hikmet sahibi) isimlerine vurgu yapılmakla şu gerçeğe işaret edilmiştir: Allah, düzmece tanrıları, fâni varlıkları kendisinin yerine koyarak onlara dayanıp güvenenleri, üstün gücüyle hikmetinin gerektirdiği şekilde cezalandıracaktır. Nitekim önceki âyetlerde kıssalarına değinilen kavimler bu cezayı tatmışlardır (bk. Taberî, XX, 151). Buna karşılık yalnız Allah’ı sığınak ve koruyucu (velî) bilenler, O’na inanıp bağlananlar, başka hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede güvenilir ve yararlı bir sığınak seçmişlerdir. Onlar bu seçimi yapmakla, kendilerine eksiksiz güveni, nihaî huzur ve mutluluğu bahşedecek olan bir velînin, sonsuz derecede güç ve hikmet sahibi bir koruyucunun himayesini hak etmişlerdir.

Örümcek ağının, kendisi bakımından sağlam ve yeterli bir yuva olduğu bilinmekte ise de âyette örümcek ağının, hâricî tesirlere karşı zayıf olduğu göz önüne alınmıştır.

Ankebût 42. Ayet Yazılış ve Meâli

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهٖ مِنْ شَيْءٍؕ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
٤٢
Meâl: Allah, onların kendisini bırakıp da ne türlü şeylere yalvarıp yakardıklarını şüphesiz bilmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.

Ankebût 42. Ayet Tefsiri

Allah, onların kendisini bırakıp da ne türlü şeylere yalvarıp yakardıklarını şüphesiz bilmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.

Ankebût 43. Ayet Yazılış ve Meâli

وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِۚ وَمَا يَعْقِلُـهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ
٤٣
Meâl: İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır.

Ankebût 43. Ayet Tefsiri

“Gerçek bilgi sahibi olanlar” diye çevirdiğimiz âlimûn kelimesi bu bağlamda, yukarıda ana hatlarıyla değinilen ilâhî hakikatleri anlama yeteneğine, birikimine sahip olan; kendilerine okunanlarla gözlemledikleri şeyler üzerinde düşünerek (Şevkânî, IV, 235) doğru sonuçlar çıkaran inançlı ve kavrayışlı zihinleri ifade etmektedir. Gerek bu âyetin gerekse bundan önceki âyetin sonunda geçen ilim ve akıl kavramlarıyla insanın zihinsel yeteneklerine vurgu yapılmakla, dünya işlerinde olduğu gibi dinî konularda da bu yeteneklerin önemli rolüne dikkat çekilmektedir.

Ankebût 44. Ayet Yazılış ve Meâli

خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِلْمُؤْمِنٖينَࣖ
٤٤
Meâl: Allah gökleri ve yeri hikmet ve fayda esasına göre yarattı. Şüphesiz, inananlar için bunda ibret vardır.

Ankebût 44. Ayet Tefsiri

Meâlindeki “hikmet ve fayda esasına göre” ifadesinin karşılığı “bi’l-hakkı” deyimidir. Kur’an-ı Kerîm’de yaratmayla ilgili olarak kullanıldığı yerlerde bu deyim, genellikle evrende yaratılmış hiçbir şeyin bâtıl, yersiz, faydasız ve mânasız olmadığına; aksine Allah’ın yaratmasının hakîmane yani eksiksiz kusursuz olduğuna; ayrıca canlısıyla cansızıyla her varlığın, Hakk’ın eseri, dolayısıyla O’nun kudret ve hikmetinin bir tecellisi ve bu anlamda yaratılanın da hak olduğuna işaret eder.

Ankebût 45. Ayet Yazılış ve Meâli

اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَؕ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِؕ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
٤٥
Meâl: Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder. Allah’ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir.

Ankebût 45. Ayet Tefsiri

Kitaptan maksat Kur’an-ı Kerîm’dir. Her ne kadar burada, “Kur’­an’dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri”nin kastedildiği ileri sürülmüşse de (Ateş, VI, 517) bu yorum, her şeyden önce âyetin lafzına uymamaktadır. Çünkü burada açıkça Hz. Muhammed’e hitap edilerek “kitaptan sana indirilen” denilmektedir. Kuşkusuz Kur’an’da, –aynı ifadelerle olmasa da– daha önce Tevrat’ta yer alan konular, özellikle geçmiş peygamberlere dair kıssalar bulunmaktadır. Fakat buna dayanarak âyette Peygamber’in okuması istenen kitabın, “Kur’an’dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri” olduğu, dolayısıyla burada Resûlullah’a, “Tevrat ve eklerini oku” gibi bir buyruk bulunduğu ileri sürülemez. Nitekim hiçbir müfessir âyette Resûlullah’a “Tevrat’ı oku” gibi bir anlamın bulunduğunu söylememiştir. Esasen Süleyman Ateş, “Kur’an-ı Kerîm’de mârife olarak ‘el-kitâb’, Tevrat ve eklerini ... gösterir” diyorsa da (VI, 517) böyle bir genelleme yanlıştır. Kur’an’da “el-kitâb”, eski peygamberlere indirilen kitaplar için kullanıldığı gibi Kur’an’ı da ifade etmektedir; ayrıca “Allah’ın ezelî ilmi, takdiri” veya “insanların bu dünyada yapıp ettiklerinin kaydedildiği ve âhirette ortaya konacak olan bir nevi tutanak, yani amel defteri” gibi başka anlamlarda da kullanılmıştır. Nitekim Süleyman Ateş de –“Kur’an-ı Kerîm’de mârife olarak ‘el-kitâb’, Tevrat ve eklerini ... gösterir” şeklindeki kendi iddiasının aksine– “el-kitâb” kelimesinin geçtiği âyetlerden meselâ Nahl sûresinin 64. âyetinde “... bu kitabın Hz. Muhammed’e indirildiği bildirilmektedir” (V, 120); aynı sûrenin 89. âyetinde “... Kur’an’ın, her şeyi açıklamak ... için indirildiği bildirilmektedir” (V, 132); Kehf sûresinin 1. âyetinde “1-5. âyetlerde Kur’an’ın.... indirildiği ... bildirilmektedir” (V, 289); R‘ad sûresinin 39. âyetinde “... yapılacak her şeyin yazılmış, tesbit edilmiş bir zamanı vardır ...”; Kehf sûresinin 49. âyetinde “...herkesin kitabı yani yaptığı işlerin tutanağı ortaya konur” (V, 302) diyerek “el-kitâb” kelimesini hem “Kur’an” hem “Allah’ın ezeldeki yazısı, takdiri” hem de “amel defteri” anlamında açıklamıştır.

Hayasızlık” diye çevirdiğimiz fahşâ kelimesi, Arapça’da aynı kökten olan fuhuş kelimesiyle eş anlamlı olup genellikle çirkin sözler ve fiiller için kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fhş” md.); daha genel olarak başta zina olmak üzere edep, iffet, haya gibi erdemlerle çelişen söz ve davranışları ifade eder. “Kötülük” şeklinde çevirdiğimiz münker ise, ma‘rûf kavramının zıddı olarak genellikle “aklın ve sağ duyunun çirkin bulduğu, erdemli toplumun yadırgadığı tutum ve davranışlar” anlamına gelir (bilgi için bk. A‘râf 7/157).

Âyete göre gerek abdest, kıraat, rükû, secde, ta‘dîl-i erkân gibi zâhirî şartlarına ve rükünlerine gerekse ihlâs, huşû, takvâ gibi mânevî şartlarına özen göstererek kılınan namaz, İslâm’ın ve sağ duyu sahibi erdemli toplumların edepsizlik, hayâsızlık ve kötülük sayıp reddettiği tutum ve davranışlarla uyuşmaz, âdeta bir nasihatçi, bir uyarıcı gibi (İbn Âşûr, XX, 259) namaz kılan kişiyi bu davranışlardan meneder. Böylece âyette namazın ahlâkî tesirlerine, kötülüklere karşı koruyucu özelliğine işaret edilmekte; namaz kıldıkları halde hak hukuk gözetmeyen, edep ve ahlâk kurallarına uymayanlara da dolaylı bir uyarı yapılmaktadır.

Yaygın yoruma göre “Allah’ı anmak” diye çevirdiğimiz zikrullahtan maksat namazdır. Nitekim Cum‘a sûresinde de cuma namazı için aynı tabir kullanılmıştır. Namazın zikir kelimesiyle anılması, onun tam bir ibadet bilinciyle, Allah’ın huzurunda bulunulduğu şuuru ve sorumluluğu ile eda edilmesi şartıyladır ki belirtilen ahlâkî etkiyi gösterecek kaliteye ulaşmış olacağını ima eder. Bu şekilde namaz kılarak Allah’ı anmak en büyük ibadettir. Namazın insandaki Allah şuurunu güçlendirme işlevi, diğer faydalarından daha önemlidir. Âyette namazın böyle bir bilinç ve sorumluluk duygusundan uzak olarak kılındığı oranda ibadet kalitesini de kaybedeceğine işaret vardır.

Ankebût 46. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَا تُجَادِلُٓوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّتٖي هِيَ اَحْسَنُࣗ اِلَّا الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُٓوا اٰمَنَّا بِالَّـذٖٓي اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلٰهُنَا وَاِلٰهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
٤٦
Meâl: İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i kitap’la mücadelenizi sadece en güzel yolla sürdürün ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur.”

Ankebût 46. Ayet Tefsiri

Ankebût sûresinin Mekke’de indiği yönündeki rivayet kabul edildiği takdirde (bk. sûrenin girişindeki açıklama), buradaki Ehl-i kitap’tan maksat, Mekke’de bulunan az sayıdaki hıristiyanlardır. Hz. Peygamber’in bu hıristiyanlarla ilişkisinde ciddi bir sıkıntı bulunmadığı bildirilmekte, âyette de bu ilişkilerin iyi yolda götürülmesi yönünde tâlimat verilmektedir. Şayet sûrenin tamamının veya bu âyetin de içinde bulunduğu bir bölümünün Medine döneminin başlarında indiği yönündeki bilgi doğru kabul edilirse buradaki Ehl-i kitabın ağırlıklı olarak Medine yahudilerini ifade ettiği düşünülebilir. Hicretin ilk yıllarında yahudilerle ilişkilerin de barışçı bir çizgide sürdüğü bilinmektedir. Ancak âyetteki “içlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklinde bir istisnanın yer alması, bazı Medineli yahudilerin daha ilk zamanlarda İslâm’a, Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı olumsuz bir tavır takınmaya başladıklarını göstermektedir. Bazı müfessirler, “haksızlığa sapanlar”la cizye vergisi vermeye yanaşmayan Ehl-i kitap mensuplarının kastedildiğini ileri sürmüşlerse de (meselâ bk. Taberî, XXI, 1) henüz o dönemde cizye uygulamasının bulunmadığı, cizye âyetinin (Tevbe 9/29) hicretin 9. yılında indiği dikkate alınırsa bu yorum isabetsizdir. Şu halde Zemahşerî’nin de belirttiği gibi (III, 192) burada Ehl-i kitap içinden müslümanlar karşısında düşmanca tavır takınan sertlik yanlıları kastedilmiş, sertliğe sertlikle karşı konulmasına izin verilmiş olmalıdır.

Âyetin devamında müslümanların Ehl-i kitap mensuplarına, “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur” demeleri istenmiştir. Bu ifade müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira –putperest Araplar’ın aksine– müslümanlarla Ehl-i kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani müslümanlar onların kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i kitap’taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i kitabı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, müslümanlardan kaynaklanmış değildir; nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklamalar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i kitap’la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin savaşa izin veren daha sonraki âyetlerle neshedildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin, “içlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (meselâ bk. Taberî, XXI, 2; İbn Kesîr, VI, 292).

Ankebût 47. Ayet Yazılış ve Meâli

وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَؕ فَالَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يُؤْمِنُونَ بِهٖۚ وَمِنْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنْ يُؤْمِنُ بِهٖؕ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الْكَافِرُونَ
٤٧
Meâl: İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz. Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler, şunlardan da (müşrikler) ona inananlar var. Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.

Ankebût 47. Ayet Tefsiri

“İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz” ifadesi çoğunlukla, bir önceki âyetin, “Ve deyin ki: Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir” meâlindeki bölümüyle bağlantılı olarak, “İşte biz Kur’an’ı sana böyle (daha önceki ilâhî kitapları onaylayan, onlardaki Allah’ın birliği inancını teyit eden, dolayısıyla ilâhî vahyin evrensel doğrularını tekrarlayan) bir kitap olarak indiriyoruz” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak âyetin bu bölümünü, “İşte biz önceki peygamberlere kitaplar indirdiğimiz gibi sana da bu kitabı, Kur’an’ı indiriyoruz” şeklinde açıklayanlar da olmuştur (Taberî, XXI, 4; İbn Atıyye, IV, 321; Zemahşerî, III, 192).

“Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler” ifadesi de farklı şekillerde açıklanmıştır. Yaygın yoruma göre burada, yahudi iken müslüman olmuş Abdullah b. Selâm ve yakınları kastedilmiştir (Zemahşerî, III, 192; Şevkânî, IV, 238). Ancak İbn Âşûr, âyetteki “yü’minûne” fiilini –bizim de çeviride tercih ettiğimiz şekilde– geniş zamanlı bir fiil kabul ederek burada, o gün İslâm’ı hak din olarak kabul etmiş ve daha sonra da kabul edecek olan Ehl-i kitap mensuplarının söz konusu edildiğini belirtmiştir (XXI, 9). “Şunlardan da (müşrikler) ona inananlar var” ifadesinde ise –ağırlıklı görüşe göre– Araplar arasında müslüman olanlardan söz edilmiştir. Bu sûrenin indiği dönemde Araplar’ın çok büyük kısmı henüz müslüman olmadığı için âyette böyle bir ifade kullanılmıştır.

“Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler” ifadesi tamamının, “şunlardan da ...” ifadesi ise bir kısmının inandığını gösteriyor. Buna göre âyeti şöyle yorumlamak da mümkündür: İnsaf ve idrak bakımından kitaba muhatap olma kabiliyetlerini koruyanların tamamı ona iman ederler; diğerlerinden de (Ehl-i kitap ve müşrikler) bir kısmı ona inanırlar.

Ankebût 48. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِهٖ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمٖينِكَ اِذاً لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
٤٨
Meâl: Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar kuşkuya düşerlerdi.

Ankebût 48. Ayet Tefsiri

Okumak ve yazmak, birinden öğrenim görmenin en temel iki yoludur. Âyette Hz. Peygamber’in başka birinden bu şekilde öğrenim görmediği belirtilmektedir. Zira onun okuması yazması olsaydı o zaman Kur’an’ı inkâr etmek için bahane arayanlar, onu başka birinden, meselâ bir Ehl-i kitap mensubundan okuyup yazdığını ileri sürebilirlerdi. Nitekim yine de bu tür iddialar gündeme getirilmiş fakat etkili olamamıştır. Bunun önemli sebeplerinden biri, bu ve benzeri âyetlerde ifade buyurulduğu üzere, Resûlullah’ın –en azından yirmi üç yıllık peygamberlik süresinin on üç yılını oluşturan Mekke döneminde– okuma yazmasının olmaması, yani ümmî oluşudur (ümmîlik konusunda ayrıca bk. A‘râf 7/157-158).

Ankebût 49. Ayet Yazılış ve Meâli

بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فٖي صُدُورِ الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَؕ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ
٤٩
Meâl: Hayır! O (Kur’an), bilgiye mazhar kılınmış olanların sıkıntıya düşmeden anlayabilecekleri apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi zalimlerden başkası inkâr etmez.

Ankebût 49. Ayet Tefsiri

“Apaçık âyetler” şeklinde çevirdiğimiz âyâtün beyyinât ifadesini Zemahşerî, “mûcize olduğu apaçık belli âyetler” (III, 193), Kurtubî de “bilgiye mazhar kılınmış olanlar” diye çevirdiğimiz ûtü’l-ilm tabirini, “Allah kelâmı ile beşer sözünü ... birbirinden ayırma yeteneğine sahip olanlar” (XIII, 367) şeklinde açıklamıştır. Buna göre Kur’an, Resûlullah’ın başka bir insandan okuyup yazarak derlediği, kendisinin ürettiği bir eser değildir; zaman zaman müşriklerin ileri sürdüğü gibi bir şiir veya bir sihir ürünü de değildir; aksine o, zihinsel yetenekleri gelişmiş olan inançlı ve iyi niyetli insanların, ilâhî kelâmda bulunması gereken apaçık mûcizevî özelliklere sahip olduğunu anlayıp kavradıkları âyetlerden oluşur.

Zemahşerî (III, 193), bu âyette Kur’an’ın iki özelliğine vurgu yapıldığı kanaatindedir: 1. Kur’an’ın, apaçık mûcize olan âyetlerden oluşması,

2. Âyette “sudûr” (kalpler) kelimesiyle ifade edilen hâfızalarda ezberlenip korunması. Kur’an bu iki özelliği ile öteki kutsal kitaplardan ayrılmaktadır. Çünkü o kitaplar: a) Mevcut şekliyle doğrudan Allah kelâmı, dolayısıyla apaçık mûcizevî âyetler değildir, aksine onlar –bugün bilimsel olarak da tesbit edildiği gibi– bazı Kitâb-ı Mukaddes yazarlarının kaleminden çıkmış eserlerdir; b) Yahudi ve hıristiyan kültüründe bu eserler ezberlenerek korunmuş değildir; hâfızlık geleneği sadece müslümanlarda vardır.

Ankebût 50-52. Ayet Yazılış ve Meâli

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّهٖؕ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِؕ وَاِنَّـمَٓا اَنَا۬ نَذٖيرٌ مُبٖينٌ
٥٠
اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَࣖ
٥١
قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْنٖي وَبَيْنَكُمْ شَهٖيداًۚ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
٥٢
Meâl: Onlar hâlâ, “Rabbinden ona bazı mûcizeler indirilmeli değil miydi?” diyorlar. De ki: “Mûcizeler yalnız Allah’ın katındadır; ben sadece bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir.” Bâtıla inanan ve Allah’ı inkâr edenlere gelince, işte hüsrana uğrayacak olanlar onlardır.

Ankebût 50-52. Ayet Tefsiri

Peygamber dönemindeki inkârcılar, genellikle iyi niyetli olarak Resûl-i Ekrem’in gerçekten peygamber olup olmadığını öğrenmek, dolayısıyla gerçeği anlamak için değil, fakat sırf akıllarınca onu güç durumda bırakmak maksadıyla sık sık geçmişteki bazı peygamberler gibi onun da hissî (duyulara hitap eden) mûcizeler göstermesini isterlerdi. 50. âyette öncelikle mûcize göstermenin Allah’a ait olduğu, Peygamber’in görevinin ise insanları inanç ve amel hayatı konusunda uyarmak ve aydınlatmaktan ibaret bulunduğu bildirilmekte; 51. âyette ise çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir: “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?” Şu halde Peygamber efendimizin en büyük mûcizesi Kur’an’dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissî mûcizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları, hayatın her anında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedî mûcizedir (Zemahşerî, III, 193). Öteki mûcizeler duyulara hitap eder, gelip geçicidir; Kur’an ise okunan mûcizedir, akla hitap eder (İbn Âşûr, XXI, 15); insanlığın dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için muhtaç olduğu doğru inanç ve düzgün yaşayışın ilkelerini verir. Âyette Kur’an’ın bu özelliği iki kelimeyle verilmektedir: Rahmet ve ibret (zikrâ). Rahmet dünya ve âhirete dair bütün güzellikleri kapsayan bir kelimedir; çünkü Allah kuluna rahmetiyle muamele edince ona lâyık olduğu güzellikleri ihsan eder; ibret ise Kur’an’ın üslûbuna baştan sona hâkim olan kanıtlar, uyarılar, derslerdir; aslında bunlar da Kur’an’ın tabiriyle “akıl sahipleri” (ülü’l-elbâb) için birer rahmettir. Ama âyete göre Kur’an’daki rahmet ve ibret kaynaklarından feyiz almanın yolu –putperestler vb. inatçı ve inkârcı zümrelerin yaptığı gibi Kur’an’a ve Peygamber’e savaş açmak değil– hakikatleri görünce inanmaya hazır bir içtenliğe, dürüstlüğe sahip olmaktır.

Uyarı üslûbu taşıyan 52. âyete göre bütün evreni kuşatan ilmiyle her şeye şahit olan, eksiksiz kusursuz bilen Allah, sonuçta kimin ne yaptığını da görüp gözetmekte olup müminlerle münkirler arasındaki ihtilâflarda nihaî hükmü verecek ve o zaman “bâtıla (uydurma tanrılara) inanan ve Allah’ı inkâr edenler”, nefsânî ihtiraslarına, benlik iddialarına kapılarak doğru yola ve bu yolun yolcularına karşı verdikleri zalimce savaşın kendilerine neler kaybettirdiğini göreceklerdir.

Ankebût 53-55. Ayet Yazılış ve Meâli

وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِؕ وَلَوْلَٓا اَجَلٌ مُسَمًّى لَجَٓاءَهُمُ الْعَذَابُؕ وَلَيَأْتِيَنَّهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
٥٣
يَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِؕ وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحٖيطَةٌ بِالْكَافِرٖينَۙ
٥٤
يَوْمَ يَغْشٰيهُمُ الْعَذَابُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْ وَيَقُولُ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
٥٥
Meâl: Onlar senden, azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Önceden belirlenmiş bir vade olmasaydı elbette azap tepelerine inmişti. Ama onlar farkında olmadan o ansızın kendilerine gelecektir. (Evet!) Onlar senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Kuşkuları olmasın, cehennem inkârcıları kuşatmış durumda! O gün azap onları tepeden tırnağa saracak ve Allah, “Yaptıklarınızın cezasını tadın!” buyuracaktır.

Ankebût 53-55. Ayet Tefsiri

İnkârcıların Hz. Peygamber’den, tehdit edilip uyarıldıkları azabı çabuklaştırmasını istemeleri, gerçekten böyle bir azaba inandıkları ve ona razı oldukları anlamına gelmez; onlar, bu ifadeleriyle aksine azaba inanmadıklarını açıkça ortaya koyarak alaylı bir üslûpla Peygamber’e karşı meydan okuyorlardı. 53. âyete göre söz konusu azabın gerçekleşme zamanı ilâhî hikmet tarafından tayin edilmiş olup o zaman gelince, onlar farkında bile olmadan azap ansızın başlarına gelecektir. İnkârcıların cezasının hemen verilmeyip belli bir zamana ertelenmesinin, tuttukları yanlış yoldan dönmelerine fırsat vermek, Allah’ın ne kadar sabırlı ve merhametli olduğunu göstermek gibi hikmetleri vardır (İbn Âşûr, XXI, 19).

Tefsirlerde 53. âyetteki azapla putperestlerin, Bedir Savaşı’nda yaşadıkları büyük yenilgi ve kayıplarının kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Nitekim müslümanlar karşısındaki ilk mağlûbiyetleri olan bu savaş onlar için sonun başlangıcı olmuştur. Böylece “Hadi bizi tehdit ettiğin azabı hemen şimdi getir!” diyerek meydan okuyanlar, daha dünyada iken cezalandırılmışlardır. 54-55. âyetler ise inkârcıların kendi yapıp ettikleri yüzünden âhirette uğrayacakları cezanın dehşetini, kaçınılmazlığını ve kuşatıcılığını özetlemektedir. Tarihsel bağlamda Kur’an’ın ilk muhatapları konumundaki putperest Araplar’ı uyaran bu âyetler, evrensel planda her devirde İslâmî inanç ve değerler karşısında benzer düşmanlıkları sergileyenleri ilgilendiren umumi bir ikaz anlamı da taşımaktadır.

Ankebût 56. Ayet Yazılış ve Meâli

يَا عِبَادِيَ الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ اَرْضٖي وَاسِعَةٌ فَاِيَّايَ فَاعْبُدُونِ
٥٦
Meâl: Ey inanan kullarım! Benim arzım geniştir; o halde yalnız bana kul olmakta sebat edin.

Ankebût 56. Ayet Tefsiri

Bu sûrenin 10. âyetinde Mekkeli müslümanların, “Allah’a inanıyo­ruz” dedikleri için eziyete uğradıklarına işaret edilmiş; sonraki âyetlerde de yeri geldikçe putperestlerin psikolojik baskı ortamı doğuran küstah ve alaycı tutumlarına işaret edilip bunlar eleştirilmişti. Konumuz olan âyette ise Allah Teâlâ, “Ey inanan kullarım!” şeklindeki iltifatkâr ifadeyle hitap ettiği müslümanlara, dünyanın geniş olduğunu hatırlatarak onlardan her türlü uydurma tanrıları bir yana bırakıp yalnız kendisine kul olmaya devam etmelerini, dolayısıyla dinlerinde kararlı olmalarını istemektedir. Bu ifadeler de ilk müslümanların bir baskı ortamı içinde bulunduklarına işaret eder. Âyet müminlere bu şartlar karşısında hicret yolunu göstermektedir. Çünkü –müfessirlerin de ittifakla belirttikleri gibi– “Benim arzım geniştir” ifadesi, “Mekke’de inancınızı açığa vurmanıza imkân vermeyen bir baskı altında bulunuyorsanız dininizi rahatlıkla yaşamanıza elverişli başka bir yere göç edebilirsiniz” anlamına gelir. Nitekim giriş kısmında da kaydedildiği gibi bu sûrenin inmesinden kısa bir süre sonra Medine’ye hicret olayı gerçekleşmiştir.

Âyetin hükmünü sadece Medine’ye hicret olayıyla sınırlı görmek de isabetli olmasa gerektir. Elbette Kur’an-ı Kerîm yeri geldikçe, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker hakkındaki âyetler başta olmak üzere, doğrudan ve dolaylı ifadelerle müslümanlardan, içinde yaşadıkları topraklarda dinlerini özgürce yaşamalarına imkân verecek şartları oluşturmak için çaba göstermelerini istemektedir. Ancak bu âyete dayanarak bir kimsenin inanç ve düşüncelerini özgürce hayata geçirme imkânının bulunmadığı ve mevcut olumsuzlukları ortadan kaldırma ümidinin tükendiği durumlarda şartların elverişli olduğu başka yerlere göç etmek gerektiği düşünülebilir. Nitekim İbn Atıyye (IV, 324), Zemahşerî (III, 194), Şevkânî (IV, 241) gibi birçok müfessir de böyle bir yoruma yer vermiştir (bu konuda geniş bilgi için bk. en-Nisâ 4/97-100).

Ankebût 57-60. Ayet Yazılış ve Meâli

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ اِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
٥٧
وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَ الْجَنَّةِ غُرَفاً تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَاؕ نِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلٖينَࣗ
٥٨
اَلَّذٖينَ صَبَرُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
٥٩
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَاࣗ اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْؗ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
٦٠
Meâl: Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları -hiç şüpheniz olmasın- içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştireceğiz; sıkıntılara katlanan, yalnız Allah’a dayanıp güvenerek işlerini gerektiği gibi yapanlara ne güzel karşılık! Nice canlı var ki rızkını sırtında taşımıyor; onları da sizi de besleyip barındıran Allah’tır. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Ankebût 57-60. Ayet Tefsiri

Geçim kaygısı sebebiyle Medine’ye hicret etmekten çekinen, bu hususta tereddüt yaşayan bazı müslümanları hicrete teşvik amacı taşıyan (Zemahşerî, III, 195; İbn Atıyye, IV, 324) bu âyetlerin ilkine şöyle mâna verilmiştir: Hicret etmek gerektiğinde gittiğiniz yerde nasıl geçineceğiniz, ne yiyip ne içeceğiniz hakkında kaygılanmayın. Çünkü sonuçta her canlı gibi siz de Allah’ın takdir ettiği kadar yaşayıp sonunda öleceksiniz; fâni olan bu hayatın geçim kaygısı, öldükten sonra Allah’ın huzuruna vardığınızda ebedî kurtuluşunuzu sağlayacak olan kulluk vecîbelerinizi ikinci plana atmanıza yol açmasın.

Âhiret nimetlerinin özendirici bir özetinin verildiği 58-59. âyetlerde bu nimetlere kavuşmanın başlıca şartları zikredilmiştir. Bunlardan iman ve amel-i sâlih ebedî kurtuluşun genel şartlarıdır; sabır ve tevekkül kavramları ise bu bağlamda özellikle dini yaşama özgürlüğü ve bu özgürlüğün ortamını oluşturma, arama, bu uğurda karşılaşılabilecek güçlükler ve baskılar karşısında tahammüllü, kararlı ve onurlu bir kişilik sergileme anlamını içerir. Buradaki tevekkül ayrıca geçim kaygısıyla hicretten çekinmemek, bu hususta Allah’ın yardım ve desteğine güvenmek gerektiğine de işaret etmektedir (İbn Kesîr, VI, 300). Nitekim 60. âyette de geçim kaygısıyla hicret etmekten korkanlara, diğer canlılar gibi insanların rızkını verenin de Allah olduğu hatırlatılarak bu hususta bir güvensizliğe kapılmanın yanlışlığına dikkat çekilmiştir.

Ankebût 61-63. Ayet Yazılış ve Meâli

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۚ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ
٦١
اَللّٰهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِهٖ وَيَقْدِرُ لَهُؕ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ
٦٢
وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ نَزَّلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللّٰهُؕ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِؕ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَࣖ
٦٣
Meâl: Şayet o inkârcılara, “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?” diye soracak olsan, hiç tereddütsüz “Allah’tır” derler. O halde haktan nasıl yüz çevirirler? Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü verir. Allah her şeyi hakkıyla bilir. Yine onlara, “Göklerden su indirip de onunla ölü toprağa hayat veren kimdir?” diye sorsan, hiç tereddütsüz “Allah’tır” derler. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur; ama onların çoğu akıllarını kullanmazlar.”

Ankebût 61-63. Ayet Tefsiri

Önceki âyetlerde Mekke putperestlerinin baskıları karşısında bunalan müminlerden, bir kurtuluş yolu olmak üzere, hicret etmeleri istendikten sonra bu âyetler grubunda baskıcı putperestlerin asıl sorunları olan çarpık inançlarından ve bu yüzden içine düştükleri çelişkilerinden örnekler verilmektedir. Buna göre onlar, bir yandan sorulduğunda yeri göğü yaratan, değişmez yasaları uyarınca ay ve güneş gibi gök cisimlerinin hikmetli ve amaçlı bir düzen içinde işleyişlerini sağlayan, kezâ gökten su indirip ölü toprağı canlandıran gücün Allah olduğunu söylüyor; fakat öte yandan Allah’ı bırakıp âdi nesnelere tapıyorlardı. 61. âyette bu tutumun haktan yüz çevirme anlamına geldiği, 63. âyette de akılsızlık olduğu bildirilmektedir. Zira gerçek mânada insan, inancında ve yaşayışında hakikatle uyum içinde olmalıdır. Oysa müşrikler, bir yandan evreni yaratıp yöneten gücün Allah olduğunu söylerlerken diğer yandan Allah’tan başka şeyleri tanrı sayıp onlara tapıyorlardı; tevhidden sapma demek olan bu tutum hem bir çelişki hem de insanın en değerli meziyetlerinden olan aklı kullanmamak, akıl ölçülerinden uzaklaşmak demektir. Bu durumda putperestlerin, sorulduğunda Allah’ı yaratıcı güç olarak tanıdıklarını söylemelerinin pratikte bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü onlar, Allah’ın dinini, peygamberini ve kitabını inkâr ediyor; buyruk ve yasaklarını tanımıyor; eylemlerini sanki Allah yokmuş, O’na karşı sorumlu değillermiş gibi sürdürüyorlardı. Kuşkusuz ilk muhatapları müşrikler olduğu için onlara hitap eden bu âyetler, aynı zamanda benzer tutumları sergileyen bütün insanları kapsamaktadır.

Ankebût 64. Ayet Yazılış ve Meâli

وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌؕ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۘ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
٦٤
Meâl: (Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!

Ankebût 64. Ayet Tefsiri

Putperestlerin anılan tutumu benimsemelerinin temelinde dünya tutkusunun bulunduğuna işaret edilmektedir. Aslında bu durum birçok inkârcı için de geçerlidir. Çünkü din yasalar bütünüdür; buyruk ve yasakları vardır ve bunlar insanın arzularını sınırlar. Bu noktada insan bir ikilemle karşı karşıya kalır: Aklının ve vicdanının buyruklarını nefsânî isteklerine hâkim kılanlar iradelerini inançlarıyla bütünleştirir; dinin buyruk ve yasaklarının mâkul, değerli ve uyulması gerekli ödevler olduğuna hükmederler. Nefsânî arzuları akıl ve vicdanlarına galip gelenler ise söz konusu buyruk ve yasakları birer külfet olarak gördükleri için bunların anlamsız ve yararsız olduğuna hükmederek sonuçta din karşıtı bir düşünceyi ve hayat çizgisini benimserler. Konumuz olan âyet, bu kesimlerin algıladığı anlamda bir dünya görüşünün yanlışlığına dikkat çekmekte; bu anlayışla yaşanan bir dünyanın sadece sıradan, gelip geçici zevkler ve hazlardan ibaret olduğu uyarısında bulunmaktadır. Halbuki insan için önemli olan, “âhiret yurdu”ndaki asıl hayatı kurtarması, oradaki mutluluk ve esenliği için çalışmasıdır. İşte insan, hedefini dünyanın geçici zevkleriyle sınırlamayıp kendini “bâki kalan sâlih işler”e (Kehf 18/46) adadığı takdirde sadece âhireti için çalışmakla kalmayıp dünyasını da anlamlı kılmış olur. Artık bu insan, kendisine “Yeri göğü yaratan kimdir?” diye sorulduğunda sadece “Allah’tır” demekle kalmaz; aynı zamanda din ve dünya ile ilgili bütün işlerinde Allah’ı tek ve mutlak otorite olarak görür, yalnız O’na kul olur, O’na itaat eder; yanlış ve yanıltıcı olması asla düşünülemeyecek olan ilâhî iradeye uygun bir hayat sürer; dünyanın güzelliklerini de âhiretin güzelliklerini de O’ndan bekler (Bakara 2/201); nihayet bu iman ve ihlâs ile yaşadığı sürece her iki güzelliği de elde eder.

Ankebût 65-66. Ayet Yazılış ve Meâli

فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصٖينَ لَهُ الدّٖينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ
٦٥
لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ وَلِيَتَمَتَّعُواࣞ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
٦٦
Meâl: Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakarırlar; fakat onları sağ salim karaya çıkardığında bakarsın ki yine Allah’a ortak koşuyorlar. Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!

Ankebût 65-66. Ayet Tefsiri

Bir felâketle karşı karşıya kaldıklarında içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakaran, normal hayata döndüklerinde ise her zaman olduğu gibi alelâde şeyleri Allah’a tercih ederek Allah’ı bırakıp onlara kul olan müşriklerin inançlarındaki samimiyetsizliğe ve tutarsızlığa yeni bir örnek verilmekte; ardından da bunun bir nankörlük olduğu belirtilerek yakında gerçeği anlayacakları, dolayısıyla bu tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır.

Ankebût 67-68. Ayet Yazılış ve Meâli

اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْؕ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ
٦٧
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُؕ اَلَيْسَ فٖي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِرٖينَ
٦٨
Meâl: Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden koparılıp götürülürken biz (Mekke’yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır! Hâlâ asılsız şeylere inanıp Allah’ın nimetine karşı nankörlük mü edecekler? Allah hakkında yalan yanlış şeyler uyduran yahut kendisine hakikat geldiğinde onu yalan sayandan daha zalimi kimdir! Cehennemde inkârcılar için kalacak yer mi yok!

Ankebût 67-68. Ayet Tefsiri

İslâm hâkimiyetinden önce Arap yarımadasında can ve mal emniyeti yoktu; insanlar öldürülür veya yurtlarından yuvalarından koparılıp sürülür, malları yağmalanırdı. Buna karşılık içinde kutsal Kâbe’nin bulunması sebebiyle Mekke şehri bir güvenlik merkezi olarak kabul edilir, Kureyş sûresinde de bildirildiği gibi Mekkeliler çevredeki Arap topluluklarından saygı görür, bu sayede daha güvenli bir hayat yaşarlardı. 67. âyette bu durum, Allah’ın Mekkeliler’e bir lutfu olarak gösterilmekte; bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde Allah’ı hatırlarken, güvenlik ortamına kavuşunca yine bâtıl inançlarına dönmelerinin bir nankörlük olduğuna işaret edilmektedir. 68. âyette ise onların uydurma tanrılar ihdas ederek bunları Allah’a ortak koşmaları, Allah’ın gönderdiği hakikati yani Peygamber’i ve vahyi inkâr etmeleri bir zulüm olarak değerlendirilmiştir. Adaletin zıddı olan zulüm teriminin asıl anlamı, “birine hak ettiği şeyi vermemek, onun hakkı olan şeyi başkasına vermek” demektir. Buna göre tanrılık yalnızca Allah’a ait olduğu halde O’ndan başkasına tanrılık isnat ederek Allah’a gösterilmesi gereken saygıyı ona göstermek bir zulümdür, haksızlıktır. Nitekim Lokmân sûresinde (31/13) “O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır (zulümdür)” buyurulmaktadır.

Ankebût 69. Ayet Yazılış ve Meâli

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ
٦٩
Meâl: Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarfedenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz Allah iyilik yapanların yanındadır.

Ankebût 69. Ayet Tefsiri

Putperestlerin, bütün uyarılara rağmen inkârcı ve inatçı tutumlarını devam ettirmelerinden üzüntü duyan müminleri teselli amacı taşıdığı anlaşılan sûrenin son âyeti, müminler için anlamlı bir müjdedir. Zira âyette Allah, düşmanlarının baskıları karşısında sabır ve metanetle inançlarını koruyan, çizgilerinden sapmayan müminleri mutlaka başarıya ulaştıracağını, çünkü kendisinin daima iyilerin yani inançları doğru, işleri düzgün olanların yanında olduğunu müjdelemektedir.