Hakkında
Medine döneminde inmiştir. 73 âyettir. Sûre, adını 20 ve 22. âyetlerde geçen “el-Ahzâb” kelimesinden almıştır. Ahzâb, gruplar, demektir. Sûrede başlıca Hendek ve Benî Kureyza savaşları ile aile hayatına dair bazı hükümler konu edilmektedir.
Nüzûl
Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, iniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İmrân sûresinden sonra, Mümtehine sûresinden önce Medine’de inmiştir. İbn İshak’a göre hicretten sonra nâzil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine’de nâzil olan sûrelerin dördüncüsüdür.
Konusu
Güvenilir rivayetlerde ve tesbitlerde sûrenin tek adı vardır, o da “grup, bölük, topluluk” mânasında olan hizbin çoğulu olan Ahzâb’dır. Bu sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, İslâm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Hendek Savaşı’na (Ahzâb Savaşı) atıf yapılarak ahzâb kelimesine yer verildiği için sûre bu isimle anılmıştır. Açıklamalarda yer verileceği üzere burada geçen “ahzâb”dan maksat, müslümanları yok etmek üzere Mekke ve civarından toplanıp gelen ve Medine’yi kuşatan Kureyş kabilesinin kolları ve bunlara bağlı bulunan diğer gruplar, müttefik güçlerdir.Bu sûrenin aslında çok daha uzun olduğu, içinde recm âyetinin bulunduğu, sonra bir kısmının kaybolduğu veya neshedildiği konusundaki rivayetler uydurma olarak değerlendirilmiştir (Zemahşerî, III, 410; İbn Âşûr, XXI, 245-247).
Fazileti
1. Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ümmetine takvâ, tevekkül ve ilâhî emirlere itaat tavsiyesi.
2. Ana baba ve çocuklar arasındaki meşrû ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.
3. Kan hısımlığı dışındaki velâyet bağı.
4. Ahzâb Savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve davranışlarıyla ilgili açıklamalar.
5. Hz. Peygamber’in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi, aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, örtünme, sosyal ilişkiler konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.
6. Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli davranışlara teşvik edilmesi.
7. Kadınların giysileri.
8. Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi.
Ahzâb 1-3. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 1-3. Ayet Tefsiri
Bütün peygamberler gibi son peygamber de Allah’a itaatsizlikten sakınır, O’nun vahyettiğine herkesten önce ve en kâmil bir şekilde uyar, yalnızca rabbine güvenir ve dayanır; bunlar Allah Teâlâ’nın peygamberlerinde yarattığı özelliklerdir. Sûrenin bu emir ve tavsiyelerle başlaması, Hz. Peygamber’den, o zamana kadar yapmadıklarını yapmasını istemeye yönelik değildir. Aşağıda gelecek olan Ahzâb Savaşı, bu savaşta münafıkların, meâlindeki çeviriye göre “gizli inkârcılar”ın (münafıklar) kurduğu tuzaklar, yaydıkları yalanlar, karalamalar, Mekkeli müşriklerle yani “açık inkârcılarla” kurdukları iş birliği, oluşturdukları ortak güç, her vesile ile Hz. Peygamber’e verdikleri eza, çektirdikleri mânevî işkence karşısında onu ve ümmetini dayanıp direnmeye hazırlamak, olacaklar konusunda uyarmak maksadıyla sûrenin başında bu emir ve tavsiyelere yer verilmiştir.
Ahzâb 4-5. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 4-5. Ayet Tefsiri
Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhiliye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.” Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, inanmış görünen ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm’a aykırı olduğundan münafıklar da inkârcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar (Nisâ 4/145). Kezâ bir insanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, –eski Arap geleneğine göre– “anam olsun, anamdır, bana haramdır” diyerek yemin eden kimsenin eşi onun anası ve dolayısıyla kendisine haram olmaz. İslâm’dan önce Araplar eşlerine, “Sen bana anamın sırtı gibisin” derler ve bu söz ile onları bosamış olur, mağdur ederlerdi. Zıhâr denilen bu boşama âdetini İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir (bilgi için bk. Mücadele 58/1-4).
Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların gerçek soylarıyla ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat kanunu ise A’nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B’nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat ve tabiat kanunudur. Ayrıca İslâm’ın koyduğu örtünme vecibesi, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi konulara dair kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların –yakın akraba olmayan ailelerde– ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat içinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, “...babalarının soy adları ile anın” emri ile bu uygulamaya son verilmiştir. Tefsir kitaplarında bu münasebetle Hz. Peygamber’in evlâtlığı Zeyd b. Hârise’den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirilerek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice’ye gelmişti. Hatice Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i de ona vermişti. Peygamberimiz onu âzat etti ve evlât edindi. Zeyd’in ailesi, Mekke’ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah’ın resulünü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Muhammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nisbet ederek Hârise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanların din kardeşi, Hz. Peygamber’in sâdık bir bağlısı idi (İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1504 vd.).
İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz “Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım” buyurmuştur (Müslim, “Zühd”, 42). Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak kimsenin hakkı olmadığı gibi kanunî mirasçıların arasına katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak da doğru ve gerekli değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi, koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir (ayrıca bk. Şûrâ 42/49-50).
Ahzâb 6. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 6. Ayet Tefsiri
Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik –hukukî uzantıları olsa da– daha ziyade hissî yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nisbetle daha yakın olmaları ise –hissî tarafı olsa da– daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka, diyet gibi konularda kendini gösteren “hak ve borç yükümlülüğü açısından öncelik”tir.
Hz. Peygamber’in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz; o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen “kendilerinden” iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir müminin kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:
“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz ‘Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır...’ âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım” (Müslim, “Ferâiz”, 14-15).
“Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inanmış olmaz” (Müslim, “Îmân”, 69-70).
Kur’an’da ve Sünnet’te peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine “habîbullah” (Allah’ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O, insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helâk edercesine gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti, fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhirette ümmetine şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik bulunduğunda şüphe yoktur.
İleride gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber’den sonra da onun eşleri ile evlenmek müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde “Peygamber hanımlarının annelik vasıfları”, hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.
Müslümanlar Mekke’de her şeylerini bırakarak Medine’ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgili cümle nâzil olunca yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşrû gerekçelere dayalı olan geçici hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe konmuştu. Ancak müminler birbirinin mânevî kardeşleri olduğundan, miras dışında karşılıklı yardımlaşma, hediyeleşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki ve lutuflara da bir engel yoktu.
Ahzâb 7-8. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 7-8. Ayet Tefsiri
Sorgulanacak olanlar, bizim tercih ettiğimiz tercümeye göre peygamberlerdir; “Onlar bile sorgu göreceklerine göre diğerleri düşünsünler!” denilmek istenmiştir. Aynı cümleyi, “peygamberlerin dini tebliğ ettikleri kimseleri sorumlu tutmak ve sorgulamak için” şeklinde anlamak da mümkündür.
Bundan sonra Ahzâb (Hendek) Savaşı, bu savaşta müminlerin geçirdiği çetin imtihan, münafıkların ve müşriklerin, hak dine ve gerçek peygambere karşı yapıp ettikleri anlatılacağı için bir giriş olmak üzere ezelde veya her bir peygamber vazifelendirilirken yapılan kutsal sözleşme hatırlatılmıştır.
Peygamber’le yapılan sözleşme anlatılırken “yaptık”, sorgulama söz konusu edilirken “sorgulamak için yaptı” denilmesi (Arap edebiyatında iltifat adı verilen söz sanatının kullanılması), Allah-kul ilişkisi bakımından anlamlıdır. Cenâb-ı Mevlâ peygamberleriyle sözleşme yapmakla onlara büyük bir şeref bahşetmiştir, bu lutuftan söz ederken de “yaptık” demektedir. Sıra hesap sormaya gelince cemal ve lutuf sıfatlarının değil, celâl ve adalet sıfatlarının tecellisi devreye girmektedir; adaletin icrası farklı ve daha soğuk bir ilişki biçimi olduğundan “sorgulamamız için” değil “sorgulaması için” denilmiştir.
Ahzâb 9-11. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 9-11. Ayet Tefsiri
Birçok hüküm ve hikmet öğretimine vesile olmak üzere buradan 27. âyete kadar anlatılan olay Hendek adıyla da anılan Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin ve münafıkların geçirdikleri büyük imtihandır. İfadeden, âyetler geldiğinde Hendek Savaşı’nın geride kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Yakında geçirilmiş olan bu tecrübe hatırlatılmakta ve sûrenin ileride gelecek olan âyetlerinde bahse konu olacak münafık davranışına karşı müminlerin nasıl bir tutum takınmaları gerektiğine işaret edilmekte, topluluk buna hazırlanmaktadır.
Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesi ile şehrin savunulması için kazılan hendek sebebiyle Hendek Savaşı diye tanınan; ayrıca saldırganlar Kureyşliler, Hayber yahudileri, Gatafânlılar, Fezâreliler, Esedoğulları, Süleymoğulları gibi birçok kabileden ve bunların tâbilerinden oluştuğu için “gruplar, hizipler” mânasında Ahzâb adıyla da anılan savaş, 7 Şevval 5 (1 Mart 627) tarihinde başlamış, bir aya yakın sürmüş, Zilkade’nin 1. günü sona ermiştir. Mekkeliler Suriye ticaret yolunu açmak üzere yaptıkları Uhud Savaşı’nda elle tutulur bir sonuç elde edememişlerdi. Buna karşılık müslümanlar Uhud’dan sonra gerçekleştirdikleri askerî harekatlarla, Suriye yoluna ek olarak Irak yolunu da kontrol altına almışlardı. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozdukları, onlara karşı düşmanla iş birliği yaptıkları için 4. yılda Medine’den Hayber ve civarına sürülen Benî Nadîr yahudileri Mekke’ye bir heyet göndererek Kureyşliler’i, müslümanlara karşı kendileriyle birlikte savaşmaya ikna ettiler. Ayrıca yukarıda adları anılan kabileleri de çeşitli teşviklerle yanlarına almayı başardılar. Peygamberimiz düşmanın niyetini haber alınca hemen hazırlıklara girişti, Uhud tecrübesinden yararlanarak düşmanı açık arazide karşılamak yerine Medine yakınında, kuşatma altında karşılamayı ve savunma harbi yapmayı tercih etti. Şehrin üç tarafı sık ağaçlı bahçelerle ve dar yollarla çevrili idi. Düşmanın girmesi muhtemel bulunan yerlere 5,5 km. uzunluğunda, 9 m. eninde ve 4,5 m. derinliğinde bir hendek kazıldı, birkaç haftada bitirilen kazma işine Hz. Peygamber de bilfiil katıldı. 3000 mevcutlu müslüman kuvvetler şehrin doğusunda, Uhud tarafında, Seli’ dağının eteğinde mevzilendiler. Önlerinde de hendek bulunuyordu. Yaklaşık 12.000 mevcutlu düşman kuvvetleri de hendeğe kadar geldiler, daha önce böyle bir şey görmedikleri için şaşırdılar. Hendeği geçemedikleri için bulundukları yerde mevzilendiler. Müslümanlar yalnızca hendek yönünden değil, üstten (doğudan), alttan (batıdan) büyük bir güç tarafından kuşatılmışlardı. Medine’de yiyecek içecek bakımından hazırlıklar yapılmış, kadınlar ve çocuklar güvenli yerlere taşınmıştı; erzak tükenmesin diye asgari gıda ile yetiniliyordu. Kuşatmanın son günlerinde yiyecek iyice azaldığından, başta Hz. Peygamber olmak üzere birçok sahâbî, açlığı hissetmemek için midelerinin üzerine taş bağlamışlardı. Kureyş kısa bir sürede sonuç alacağını umduğu için kuşatma uzadıkça onlarda da sıkıntı başladı. Bu arada saldırganlar iki önemli teşebbüste bulundular: a) Kabilesinin ileri gelenlerinden Huyey b. Ahtab’ı müslümanlarla antlaşmalı bulunan Benî Kurayza yahudilerine göndererek antlaşmayı bozmaları ve müslümanlara karşı kendileriyle beraber hareket etmeleri konusunda onları ikna ettiler. Birleşmiş düşman kuvvetlerinin sayısı ve donanımına ek olarak bir de bu haberin gelmesi müslümanların moralini hayli bozdu. Müminler çetin bir imtihan geçiriyorlardı. Hz. Peygamber iki birlik göndererek Benî Kurayza mahallesini kuşatma altına aldı. b) Düşmanın ikinci teşebbüsü, başta meşhur savaşçı Amr b. Abdived olmak üzere birkaç süvariyi hendeğin dar bir yerinden karşı tarafa geçirtmek oldu. Amr müslümanlardan, teke tek vuruşmak için er diledi, başkaları cesaret edemeyince Hz. Peygamber, kendi kılıcını kuşattığı ve sarığını sardığı Hz. Ali’yi çıkardı, rakibini küçümseyen Amr onun kılıç darbesiyle can verdi; diğerleri ise içlerinden birini daha kaybetmiş olarak geri çekildiler. Hz. Peygamber, çeşitli tedbirler arasında bir de Gatafân ve Fezâre kabilelerine, o yıl çıkacak Medine hurmasının yarısı karşılığında sulh teklif etmeyi düşündü. Sa‘d b. Muâz, Sa‘d b. Ubâde gibi ensarın ileri gelenleriyle istişare etti. Bunlar, “Onlar müşrik iken satın almadan veya biz ikram etmeden hurmalarımızı yiyemezlerdi; şimdi Allah bizi İslâm’la ve seninle şereflendirdiği halde mi onlara malımızı vereceğiz? Vallahi onlara verebileceğimiz tek şey kılıç darbeleridir, gelsinler bakalım Allah ne gösterecek!” dediler, Peygamberimiz de bu teşebbüsten vazgeçti. Kuşatmanın son günlerinde bir gece, düşman karargâhını altüst eden büyük bir fırtına çıktı, yiyecek ve içecekler zayi oldu, hayvanlar sağa sola kaçıştı. Olup bitenden morali bozulan düşman, yiyecekleri de tükendiği ve haram aylar geldiği için çekilme kararı aldı, hiçbir şey elde edemeden çekilip gittiler. Hendek Savaşı, müslümanların savaş stratejisi bakımından bir dönüm noktası oldu. Artık taarruz sırası onlara gelmişti. İlk iş olarak da kendilerine ihanet eden Benî Kurayza yahudilerinin üzerine yürüdüler (bk. Muhammed Hamîdullah, “Hendek Gazvesi”, DİA, XVII, 194-195; İbn Kesîr, VI, 384 vd.; Kurtubî, XIV, 127 vd.).
Ahzâb 12-20. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 12-20. Ayet Tefsiri
12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.Ahzâb 21-24. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 21-24. Ayet Tefsiri
21, 22, 23, 24 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.Ahzâb 25. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 25. Ayet Tefsiri
Allah inkârcıları, hiçbir şey elde edemeden, kin ve öfkeleri ile geri çevirdi, Allah müminlere savaş için yetip arttı. Allah güçlüdür, üstündür.Ahzâb 26-27. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 26-27. Ayet Tefsiri
Hendek Savaşı’nın ardından düşman çekilip gidince müslümanlara hıyanet eden, antlaşmayı bozarak onları arkadan vurma kararı alan Benî Kurayza yahudileri büyük bir korkuya kapıldılar, kalelerine çekilip korunma tedbirleri aldılar. Ancak hak ettikleri âkıbete ne korku engel olabildi ne de muhkem kaleler, alınan çeşitli tedbirler. Kuşatma altında bir müddet kaldıktan sonra teslim oldular; ihanetlerinin bedeli olarak savaç suçluları idama mahkûm edildi. (bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi [1972], I, 415-417; Casim Avcı, “Kurayza”, DİA, XXVI, 431-432).
Ahzâb 28-29. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 28-29. Ayet Tefsiri
Hz. Peygamber’in örnekliğinden söz edilince onun ailesinin nasıl olması gerektiğine dair bir açıklık getirilmesi de gerekli bulunmuştur. Eğitim, yönetim, denetim gibi işleri yüklenmiş kişilerin fert ve aile olarak örnek olmaları, söyledikleriyle yaptıklarının tutarlı bulunması birinci şarttır. Peygamber aleyhisselâm birçok yönden bozulmuş, gerilemiş, yaratılış amacından sapmış insanlara, ezelî mesajı bir daha hatırlatmak ve öncekilerin yaptığı ıslahatı, ahlâk eğitimini tamamlamak üzere gönderilmiştir. Onun asıl amacı ve konumu aynı zamanda toplumuna lider olması sonucunu da getirmiştir. Bu sebeple muhatabı olan insanların gözü ona ve onun ailesine çevrilmiştir; her yaptıkları konuşulmakta, örnek alınmakta, duruma göre soru işaretleri oluşturulmaktadır. Sayfanın bir yüzü böyle olmakla beraber öteki yüzü itibariyle Peygamber hanımları da birer insandır, kadındır; onların da diğer kadınlar gibi duyguları, arzuları, içinde bulundukları durum ve sosyal statü gereği beklentileri vardır. Hz. Peygamber, ümmetin eğitimi için gerekli görerek zühdü yani sade yaşamayı seçtiğine göre eşleri de ya buna razı olacaklardı veya ondan ayrılıp dünyaya ait güzellikleri, nimetleri, lüksü ve refahı sağlayacak kimselerle beraber olacaklardı. Âyet, Peygamber eşlerini yol ayırımına getirmekte ve onlardan birini seçmelerini istemektedir. İsteyemeyecekleri şey hem Peygamber eşleri olmak hem de dünya nimetlerinden diğer kadınlar gibi yararlanmak, ziynet ve refah içinde yaşamaktır.
Tefsircilere göre bu âyetin geliş sebebi, Hz. Peygamber’in eşlerinin ondan, lüks, ziynet kabilinden bazı şeyler istemek, birbirlerini kıskanmak suretiyle kendisini üzmeleri, bunun üzerine Hz. Peygamber’in bir ay onlara yaklaşmamak üzere yemin edip (îlâ) ayrı yaşamaya karar vermesidir. Ay dolunca, “eşlerine seçme hakkı verildiği” için bu mânada “tahyîr” adıyla anılan âyet nâzil olmuştur. Âyet gelince Hz. Peygamber, o gün nikâhı altında bulunan eşlerini toplamış ve kendilerine seçim imkânı tanımıştır (tahyîrde bulunmuştur). Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, genellikle tefsircilerin kaydettikleri dokuz isimden oluşan listeye haklı olarak itiraz etmiş, tahyîr olayında buna muhatap olacak durumdaki eşlerin Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Sevde’den ibaret olduğunu kaydetmiştir (III, 1524). Eşleri bu durum karşısında heyecanlanmış, Hz. Peygamber kendilerini boşamadığı için sevinç göz yaşları dökerek “Allah ve resulünü tercih ettiklerini” ifade etmişlerdir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/4-5; Müslim, “Talâk”, 30-35; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1517 vd.).
Ahzâb 30-31. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 30-31. Ayet Tefsiri
30, 31 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.Ahzâb 32-34. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 32-34. Ayet Tefsiri
Peygamber hanımlarının taşıdıkları müstesna şeref ve nâil olacakları mükâfat, Allah’ın lutfu yanında kendilerinin de önemli bir katkısına bağlanmıştır. Bu katkı ittikadır, yani kendilerine yakışmayan her türlü kötülük, çirkinlik ve günahtan sakınmalarıdır. Takvanın bir uzantısı olarak başkalarıyla konuşurken takınacakları tavra ve seslerinin tonuna, seçecekleri kelimelerin etkisine, gerektiren bir durum olmadıkça evlerinden dışarı çıkmamaya varıncaya kadar buna riayet etmelidirler ki, kimse kendilerine dil uzatmaya, haklarında kötü fikirler kurmaya cesaret edemesin. Onların sorumlulukları yalnızca kötü olanı yapmamak, yani kötü ve zararlı olmamak değil, ayrıca iyi, erdemli ve itaatli olmaktır; namazı kılmak, zekâtı vermek, Allah ve resulünün rızâları doğrultusunda bir hayat sürmektir.
Bir zorunluluk bulunmadıkça evde oturmak, evden dışarı çıkmamak bu âyetle Peygamber hanımlarına farz kılınmıştır. Şu var ki, âyetin nüzûlünü takiben meydana gelen bazı olaylardan ve Resûlullah’ın konuya ilişkin açıklamalarından (meselâ bk. Buhârî, “Nikâh”, 115) bu emrin (farz) sınırlarının ve istisnalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’nin, meşhur Cemel Vak‘ası’nda, anlaşmazlığa düşen iki müslüman grubun arasını bulmak maksadıyla evinden çıkıp Basra’ya gitmesine sahâbeden itiraz edenler olmuş; genellikle Hz. Ali taraftarı olanlar da bunu, Hz. Âişe’nin aleyhinde olmak üzere kullanmışlardır. Onunla beraber hareket eden Talha ve Zübeyr gibi ashap ile onların çizgisinde olan Sünnî âlimler şu görüşü savunurlar: Peygamber hanımları nasıl hac etmek üzere çıkabiliyorlarsa, ilâhî emir uyarınca (Hucurât 49/9), çatışmak üzere olan iki müslüman grubun arasını düzeltmek için de çıkabilirler. Hz. Âişe ve yanındakiler ictihad etmişler, bunun fayda vereceğini, bu bakımdan çıkmayı câiz kılan sebeplerden birinin gerçekleştiğini düşünmüşler, buna göre hareket etmişlerdir.
33. âyetin “daha önce Câhiliye dönemi” diye tercüme edilen kısmını, İslâm’dan önceki dönem olarak anlıyoruz. Hz. Âdem sonrasından başlayarak başka dönemler olarak yorumlayanlar da olmuştur (Câhiliye kavramının anlamı için bk. Mâide 5/50 ve Furkan 25/63-66’nın tefsiri).
Allah’ın bereketli ve temiz kıldığı, Hz. Peygamber sebebiyle özel bir saygınlık kazanmış bulunan, her salavat okuduğumuzda kendilerine de gönderme yaptığımız Peygamber ailesi (Ehl-i beyt) kimlerden oluşmaktadır? En azından buradaki Ehl-i beyt’e Hz. Peygamber’in eşlerinin de dahil bulunduğunda şüphe yoktur, hatta daha da ileri giderek burada yalnız eşlerinin kastedildiğini söylemek de mümkündür. Başka münasebetlerle Peygamber aleyhisselâm, Ehl-i beyt’ini zikrederken Hz. Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’in isimlerini anmış, hatta bir defasında bunları abasının altına alarak (âl-i abâ) onlar için hayır duada bulunmuştur (fazla bilgi için bk. Mustafa Öz, “Ehl-i Beyt”, DİA, X, 498-501).
34. âyetin “... Dilinizden düşürmeyiniz” şeklinde tercüme edilen kısmı Peygamber eşlerinin Kur’an âyetlerini, Hz. Peygamber’in bu âyetleri açıklama mahiyetindeki konuşmalarını ve davranışlarını devamlı göz önünde tutmaları, hayatlarını buna göre düzenlemeleri mânasına geldiği gibi, “başkalarına söyleyiniz, ulaştırınız” anlamını da içermektedir. Bu ikinci mânadan hareket eden yorumcular dürüst tek râvinin, kadın olsun erkek olsun rivayetinin kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1538).
Ahzâb 35. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 35. Ayet Tefsiri
Bu âyette iki nokta dikkat çekicidir: 1. İbadet, iyilik ve erdem sahibi olmak, bunlar sayesinde kulluk imtihanını kazanmak, yüksek mânevî dereceler ve ödüller elde etmek, hâsılı kâmil insan olmak bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur; her iki cins, dindarlık ve ahlâkta kemale ermek için fırsat eşitliğine sahiptirler. 2. Allah’ın ve resulünün rızâsına ermek, âhirette eşi benzeri görülmemiş nimetler elde etmek için Peygamber eşi veya Ehl-i beyt olmak şart değildir. Onların özel bir yerleri bulunmakla beraber bütün müminlerin önünde ilâhî lutuf ve nimet kapıları açıktır; yeter ki insanlar, 35. âyette sıralanan iman, ibadet ve ahlâk kemaline sahip olmak için gayret etsinler.
Ahzâb 36. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 36. Ayet Tefsiri
Tefsirciler bu âyetin iniş sebebi olarak Hz. Peygamber’in, Zeyd b. Hârise ile Zeyneb bint Cahş’ı evlendirmesini zikretmektedirler. İslâm’ın getirdiği yenilikler içinde kölelik, soyluluk ve evlâtlıkla ilgili olanlar da vardı. O çağlarda kölelik yaygındı, köleye mal gibi muamele ediliyordu, kurtuluş imkânı da sınırlı idi. Araplar soy bağına önem veriyorlar, insanları şahsî mârifet ve erdemlerinden ziyade, geldiği soya göre sınıflandırıp değerlendiriyorlardı. Evlâtlık edindikleri çocukları da kendi çocukları gibi tutuyorlardı. Allah Teâlâ bu üç âdeti ve uygulamayı fiilî örneklerle de pekiştirerek ortadan kaldırmayı murat etti. Önce Hz. Peygamber, halasının kızı olan Zeyneb ile âzatlı kölesi Zeyd’i evlendirdi. Zeyd Zeyneb’i boşadıktan sonra da Allah Teâlâ Hz. Peygamber’in Zeyneb ile evlenmesini istedi. Birinci evlilik, bir âzatlı köle ile bir soylu kadının evlenmesi idi, ikinci evlilik ise bir evlâtlığın boşadığı kadın ile boşayanın babalığının evlenmesiydi. Böylece insanın değerinin ve evlenmede denkliğin soya sopa göre değil, kişilerin şahsî faziletlerine göre olması gerektiği, Câhiliye’deki şekli ve mahiyeti ile evlâtlık uygulamasının kaldırıldığı, hukuk ve mahremiyet bakımından evlâtlığın, öz evlât gibi olamayacağı, Peygamber ve yakınlarının da içinde bulunduğu uygulama örnekleriyle tescil edilmiş oluyordu.
Allah ve resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur’an’dan ve Sünnet’ten, bir şeyi yapmanın veya yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık müminlerin önündeki tek seçenek hükme uymaktır; bunu bırakıp başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler. Nitekim Hz. Peygamber âzatlı köle Zeyd için Zeyneb’e dünür gittiğinde, önce Zeyneb ve onun erkek kardeşi kendi soyluluklarını ve Zeyd’in daha dün bir köle olduğunu ileri sürerek buna razı olmadılar. Fakat açıklamakta olduğumuz âyet gelince “Dilediğini yap” diyerek Hz. Peygamber’in emrine boyun eğdiler (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1539; İbn Kesîr, VI, 417-418).
Ahzâb 37. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 37. Ayet Tefsiri
Bazı tefsir kitaplarında Hz. Peygamber’in Zeyneb’le evlenmesi konusunda akla hayale gelmedik rivayetler nakledilmiştir. (bk. Zemahşerî, III, 427). İbn Kesîr ve İbnü’l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra çok önemli tenkitler yapmışlar, sened ve metin yönlerinden bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan uyarılarda bulunmuşlardır (İbn Kesîr, VI, 420; İbnü’l-Arabî, III, 1542 vd.). Kur’an metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tesbit edildiğinde olayın gerçek öyküsü şöyledir: Zeyneb Hz. Peygamber’le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb’i sık sık görüyor ve onu yakından tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi. Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli olmamakla beraber, Resûlullah’ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz. Peygamber’e verildiği halde onun ve Allah’ın müstesna lutuflarına mazhar olan Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü. Sosyal değerler ve örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Zeyneb kocasını küçük görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd’in de aklından onu boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu yapamıyordu. Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak üzere Hz. Peygamber’e geldi, Zeyneb’den şikâyette bulundu, boşamak istediğini açıkladı. Hz. Peygamber, âyette işaret edilen şahsî duygusuna göre değil, genel, objektif hukuk ve ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların, “evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme” konusunu kötüye kullanıp dedikodu yapmalarından da çekinerek Zeyd’e, eşini boşamamasını tavsiye etti. Buna rağmen Zeyd eşini boşadı. Dul kalan Zeyneb, önemli bir inkılâbın yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona dünyada bu ödülü, peygamber eşi olma şerefine nâil kılarak vermeyi murat etti. Muradını Peygamber’ine bildirdi, o da isteneni yerine getirdi.
Âyetteki “Allah’ın ileride açıklayacağı bir şeyi gizliyordun” cümlesi bir kınama değil vâkıanın ifadesidir. “Kendisinden çekinme hususunda Allah’ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun” cümlesi de iki mânaya gelebilir: 1. “Sen Allah’tan çok halktan çekiniyorsun”; 2. “Kendisinden çekinilecek olan Allah’tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur.” Birinci mâna Hz. Peygamber için söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah’tan korktuğunu ve O’na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm’a inansın inanmasın hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk’ın emrine aykırı davrandığını söyleyemez. Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten sûrenin başında, hem Hz. Peygamber hem de müminler, münafıkların yapacakları dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara hazırlanmışlardı. Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyarı hatta teselliden ibarettir.
Muteber kaynaklarda geçen bir rivayete göre Hz. Peygamber’in hayatında onun en yakınında olmuş kimseler (Hz. Aişe, Enes b. Mâlik), konumuz olan 37. âyeti kastederek, “Resûlullah (s.a.v.) Kur’an’dan bir şeyi (insanlardan) saklasa, gizleseydi bu âyeti gizlerdi” demişlerdir (Buhârî, “Tevhid”, 22; Müslim, “İman” 288; Müsned, VI, 241, 266). Çünkü âyet, Resûl-i Ekrem’in âyetin gelişine kadar içinde sakladığı doğal ve insanî bir duygusunu açığa vuruyordu. Buna rağmen o, peygamber olmasının gereği olarak, bütün âyetler gibi bu âyeti de insanlara açıklamakta en küçük bir tereddüt göstermemiştir.
Ahzâb 38. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 38. Ayet Tefsiri
Allah’ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Allah’ın hükmü değişmez kaderdir. Daha önce gelip geçen, Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran, O’ndan çekinen, Allah’tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir.Ahzâb 39. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 39. Ayet Tefsiri
Allah’ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Allah’ın hükmü değişmez kaderdir. Daha önce gelip geçen, Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran, O’ndan çekinen, Allah’tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir.Ahzâb 40. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 40. Ayet Tefsiri
“Bir kimseyi evlât edinmekle onun babası olunmaz” kuralı yerleştirildikten ve eski evlâtlığının boşadığı kadınla Peygamber’in evlenmesi de sağlandıktan sonra bu kural, Hz. Peygamber’in adı anılarak bir daha hatırlatılmakta; münafıkların, Câhiliye âdet ve duygularını canlandırma teşebbüslerine set çekilmektedir.
Ahzâb 41-42. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 41-42. Ayet Tefsiri
Öncelikle “anma”nın konusu ve şekli sınırlanmadan çok olması teşvik edilmiş, sonra, muhtemelen namazlar kastedilerek tenzih şeklindeki anmaya yönlendirme yapılmıştır. Allah’ı dil ve gönülle anmak, O’nu düşünmek ve bilincinde tutmak kulluğun vazgeçilmez enerjisini, hayat damarını teşkil etmektedir.
Ahzâb 43. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 43. Ayet Tefsiri
Allah kullarına inanmama ve günah işleme özgürlüğü vermiş olmakla beraber hoşnut olduğu davranış imandır ve sâlih ameldir. Kullar kendi kabiliyetleriyle O’nun hoşnut olduğu hayat tarzını gerçekleştirmekte zorluğa düşmesinler diye peygamberler göndermiş, vahiy yoluyla bilgiler vermiş, doğru yola ışık tutmuştur. İman ve sâlih amel ışıktır, nurdur; inançsızlık ve ibadetsizlik ise karanlıktır, bunalımdır.
Ahzâb 44. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 44. Ayet Tefsiri
Allah’ın kullarını selâmlaması onlar için eşsiz bir lutuftur, mutluluk vesilesidir. Bu selâm, bütün nimetlerin sahibi ve kaynağı olan rabbin, selâmın mâna ve içeriğini kullarına lutfetmesi, onlar için bunu en kâmil bir şekilde ve ebedî olarak gerçekleştirmesi olmalıdır.
Ahzâb 45-46. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 45-46. Ayet Tefsiri
Buradan itibaren on iki âyette, Hz. Peygamber’in maddî ve mânevî özellikleri, Allah katındaki değeri, bir fâninin altından kalkamayacağı kadar ağır yükü ve kutsal görevi sebebiyle Allah tarafından kendisine lutfedilen istisnaî (kendine özgü) inayetler, hüküm ve kurallar açıklanmaktadır. Resûlullah’ın üstün nitelikleri, görev ve işlevinden kaynaklanan güzel isimleri burada sayılanlardan ibaret değildir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin tesbitine göre bunların sayısı altmış yediyi bulmaktadır (III, 1546). Ona özgü hükümler de bu âyetler kümesinde geçenlerden ibaret değildir. Yine aynı âlimin tesbitine göre bunların da sayısı otuz beştir (III, 1561-1563).
Allah kullarına peygamber gönderip inanç, amel, ahlâk konularında ne istediğini açıklamadıkça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette “Bilmiyorduk, bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim” diyor (meselâ bk. Nisâ 4/165). Bütün bunlara rağmen âhirette “uyarılmadığı, bilgi verilmediği yolunda” mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden son peygamberini tanık gösteriyor. Hz. Peygamber’in bu niteliği, onun rabbi nezdindeki değerini gösterir. Çünkü şahitler önce tezkiye edilir, onları tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecekleri ifade edilir. Hz. Peygamber’i tezkiye eden ise bizzat Allah’tır.
Hz. Peygamber hem Kur’an âyetlerini tebliğ etmekle hem de bunları açıklayan, canlandıran ifadeleriyle yeteri kadar müjdeci ve uyarıcı olmuştur. Onun tebliği ve açıklamaları itaat edenler için ebedî mutlulukların müjdesi, inkâr ve isyan edenler için ise felâketlerin haberidir.
Peygamber efendimiz insanları Allah’a çağırmaktadır; yani O’na iman, ibadet ve itaat etmeye davet etmektedir. Burada dikkat çeken bir kayıt, Peygamber’in bunu Allah’ın izniyle yapmakta olduğudur. Allah bir kuluna insanları kendine çağırma izni, yani bilgisi ve yetkisi vermedikçe kimse bu vazifeyi üstlenemez. Bu konuda ümmete düşen görev, Hz. Peygamber’den öğrendiği şekilde insanları Allah’a çağırmaktır. Öğrenmenin yolu ise her mümine açık olan din ilmini tahsil etmektir. Aslı Kur’an’da ve sahih hadislerde bulunan ve tahsille elde edilen din ilmine uymayan bilgi, sezgi, keşif vb. bilgi yolları, insanları Allah’a çağırmak için yeterli ve geçerli değildir.
Beşer bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, iman, ibadetler, helâller ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın, doğru bilgi sahibi olmanın geçerli yolu vahiydir, Peygamber’i dinlemektir. Şu halde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinemezlerine Allah’ın lutfu ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır.
Ahzâb 47-48. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 47-48. Ayet Tefsiri
Müminler çektikleri bunca eziyete karşı bu dünyada Allah’ın rahmeti olan bir Peygamber’i tanıdıkları ve onunla beraber yaşama lutfuna erdikleri, âhirette ise birçok akla hayale gelmez nimete nâil olacakları için rahat ve mutlu olmalıdırlar. Resûlullah da Allah’a dayandığı, güvendiği; başına gelenler, kâfirlerin ve münafıkların isteklerini değil, O’nun emrini yerine getirmek için çırpınırken geldiği için acılara katlanmalı, felâketlere dayanmalıdır; çünkü dayanıp güvenmeye Allah’tan ziyade lâyık olan hiçbir varlık yoktur.
Ahzâb 49. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 49. Ayet Tefsiri
Hz. Peygamber’in bazı güzel nitelikleri zikredildikten sonra ona özgü hükümlere geçilirken, diğer müminlere ait hükümlerin değişmediğini anlatmak üzere bir açıklama yapılmaktadır. Buna göre bir mümin, evlenme akdi yapıp da cinsel temasta bulunmadan veya buna imkân verecek şekil ve süre içinde baş başa kalmadan (halvet-i sahîha) önce karısını boşarsa, kadının hamile kalması ihtimali bulunmadığından iddet beklemesi de gerekmemektedir. Boşamadan hemen sonra dilerse bir başka erkekle evlenmesi mümkündür. Onu “güzelce bırakmak”tan maksat boşarken ve fiilen ayrılırken incitmemektir, mehir belirlenmiş ise bunun yarısını ödemektir, bazı yorumculara göre buna ek olarak da gönlünü almak üzere bazı hediyeler vermektir (ayrıca bk. Bakara 2/ 236-237).
Ahzâb 50. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 50. Ayet Tefsiri
Hz. Peygamber’in hiç olmazsa aile hayatında rahat olabilmesi, birden fazla eşiyle yaşarken sıkıntıya düşmemesi için kendisine özgü olmak üzere bahşedilen ruhsatlar, kolaylıklar bu âyetten itibaren bazı açıklamalarla birlikte şöyle sıralanmıştır: Dörtten fazla olan eşlerle evlenmesinin helâl olması, isteyen kadınlarla mehirsiz evlenmesinin câiz olması, kadınlarının yanlarında kalma sürelerini eşit tutma (buna fıkıh kitaplarında, paylaştırma mânasında kasm denilmektedir) mecburiyetinin bulunmaması, bu âyetler geldiğinde evli bulunduğu kadınlardan başka kadınla evlenmesinin ve bunlardan birini boşayarak yerine bir başka kadını almasının câiz olmaması, vefat ettiğinde veya boşadığında eşleriyle başkalarının evlenmesinin câiz olmaması ve eşlerinin bundan sonra yabancılara karşı daima perde arkasında bulunmaları.
Birçok kadın, peygamber eşi olabilmek için mehirsiz olarak onunla evlenmek istemiştir (âyetin ifadesiyle kadınlar kendilerini ona bağışlamışlardır). Bu şartla evlenmesi âyete göre câiz olduğu halde kendisinin bu ruhsatı kullandığına dair örnek yoktur (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1559). Ayrıca kendisi, yirmi beş yaşında iken kırk yaşında dul bir hanımla evlenmiş, onunla yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşamış, çocuk sahibi olmuş, Hz. Hatice vefat edinceye kadar da başka bir hanımla evlenmemiştir. Şu halde daha sonra, on yıl gibi kısa bir zaman içinde birçok eşle evlenmesinin cinsel arzuyla izah edilemeyecek sebepleri ve hikmetleri olmalıdır. Fedakârlık eden bazı hanımların ödüllendirilmesi, evlilik yoluyla akrabalık (sıhriyet) bağı kurarak bazı fertleri ve grupları kazanmak, onlarla yakınlık ve dostluk oluşturmak ve bu suretle İslâm’a karşı olan cepheyi zayıflatmak, özel hayatı ve aile ilişkileri başta olmak üzere ümmetin bilmesini istediği hususların eksiksiz zaptedilip başkalarına anlatılmasını, bu amaçla toplumun peygamber hanımlarının bilgilerinden yararlanmalarını sağlamak bunlardan bazılarıdır. Hanımların da onunla evlenmek istemelerinde birinci saik, peygamber hanımı olarak yaşama ve ölme şerefine nâil olmaktır. Bu sebepledir ki, kendilerini, dünya nimetleri ile peygamberden birini seçmede serbest bıraktığında eşlerinin tamamı onu ve Allah rızâsını seçmişlerdir (Resûlullah’ın çok evliliğinin başlıca sebepleri konusunda daha fazla bilgi ve değerlendirme için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 10-17).
Ahzâb 51-52. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 51-52. Ayet Tefsiri
“Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alırsın” ifadesinden maksat, çeşitli yorumlar arasından bizim tercih ettiğimize göre, beraber kalma süresinin eşit olması mecburiyetinin (kasm) kaldırılmasıdır. Bu izne rağmen Hz. Peygamber, eşlerini incitmemek için eşitliğe riayet etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/7; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1569). Eşleri de ona olan saygı ve sevgileri sebebiyle, boşayabileceğini ima ettiğinde dünyaları yıkılmış, yanlarında eşit kalmaya riayet etmese de, dünya nimet ve ziynetlerinden kendilerini mahrum etse de onun eşi olmayı tercih etmişler, buna razı ve bununla mutlu olmuşlardır.
Ahzâb 53-55. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 53-55. Ayet Tefsiri
53, 54, 55 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.Ahzâb 56. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 56. Ayet Tefsiri
Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Hz. Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lutuf ve rahmettir. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.
43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lutuflarda bulunması, meleklerin de onlara dua etmeleri salât kelimesiyle ifade edilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.
“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bir defa Hz. Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın müstehap (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir (Cessâs, III, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III,1584; İbn Âşûr, XXII, 98 vd.). İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahâbenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tesbitine göre sahâbe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s. 100-101). Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir (selâmın hükmü için ayrıca bk. En‘âm 6/54; Yûnus 10/10; Nûr 24/27).
Ahzâb 57. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 57. Ayet Tefsiri
Allah’ı ve resulünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.Ahzâb 58. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 58. Ayet Tefsiri
Hak etmedikleri halde mümin erkek ve mümin kadınları incitenler apaçık bir bühtan ve günah yüklenmiş olmaktadırlar.Ahzâb 59. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 59. Ayet Tefsiri
İffeti koruma amacıyla güzelliklerin kapatılması mânasında örtünme emri daha önce Nûr sûresinin ilgili âyetlerinde geçmişti. Burada ise eza ve tâcizlerin engellenmesi gayesiyle dışarı çıkarken kadınların dış giysi kullanmaları istenmektedir. Hemen bütün tefsirlerin tarihe dayanarak verdiği ortak bilgiye göre Medine evleri dar ve tuvaletsiz idi. Kadınlar ihtiyaçlarını gidermek için geceleri evlerinden çıkar, biraz uzaklaşarak ihtiyaçlarını giderir ve dönerlerdi. Bu durumu fırsat bilen bazı münafıklar ve kendini bilmezler uygun yerlerde durur, kadınlara söz ve elle tâcizde bulunurlar, yakalandıkları zaman da “Biz onları câriye sandık” derlerdi. Bu mazereti ortadan kaldırmak üzere hür kadınların, dışarı çıkarken, cilbâb ismi verilen dış giysilerine bürünmeleri emredildi. Hz. Ömer, hür kadınları câriyelerden ayırarak asayişi korumak maksadıyla câriyelerin cilbâb kullanmalarını yasaklamıştı, daha sonraki dönemlerde bu yasak kalktı.
Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredat’ında (“clb” md.) cilbâb, “baş örtüsü ve entari” olarak açıklanmıştır. Başka kaynaklarda hımâr denilen baş örtüsünden büyük, vücudun üst kısmına giyilen ridâdan küçük dış örtü olarak tanımlanmıştır. Kelimeye çarşaf mânası verenler de olmuştur. Bu mânanın sözlükte dayanağı bulunmakla beraber cilbâb kelimesine yalnızca çarşaf demenin ilmî dayanağı yoktur.
Konumuz olan Ahzâb sûresinden sonra inen Nûr sûresindeki örtünme, devamlı ve iffeti korumaya yönelik bir farzdır. Burada emredilen cilbâb giyme ise asayişi korumayı ve tacizi önlemeyi hedefleyen geçici bir tedbirdir. Genellikle tefsircilerin, “evlerde oturma, zaruret bulunmadıkça dışarı çıkmama” emri, Hz. Peygamber’in hanımlarına mahsus olduğu halde diğer hanımları da bu hüküm çerçevesine almaya çalışmalarını ve dışarı çıkarken –tesettüre ek olarak– bir dış giysiye bürünmeyi devamlı bir farz haline getirmelerini, haklı bir dinî ve ahlâkî gerekçeden çok, içinde yaşadıkları çağın ve toplumun âdet ve değerlerine bağlamak uygun olur.
Ahzâb 60-62. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 60-62. Ayet Tefsiri
İslâm dini, farklı inanç sahipleriyle birlikte yaşamayı reddetmiyor. Farklı inanan ve yaşayanlar yapılan sözleşmeye ve ülkenin kanun-larına, kurallarına riayet ettikleri sürece genel kural olarak müslümanların hak ve özgürlüklerinden yararlanarak yaşarlar ve gelişirler. Müslüman olmayan tebaa sözleşmeyi bozar, müslümanlara karşı düşmanlarla iş birliği yapar veya ülkenin kanunlarına, genel ahlâka ve kamu düzenine aykırı davranırlarsa önce uyarılırlar, sonra da –içinde sürgün ve ölümün de bulunduğu– çeşitli cezalara çarptırılırlar. Medine’de bulunan münafıklarla kalplerinde çürüklük bulunanlar; yani iman-inkâr arasında gidip gelenler, sûrenin başından beri örnekleri verilen çeşitli kötü fiilleri işlemişlerdi. Bunlar içinde halkın moralini bozmak için durmadan asılsız haber yayanlar, müslüman akıncıların harekâtı hakkında olumsuz yalan bilgiler verenler de vardı. Âyetler bunlara bir ders verme zamanının geldiğini bildiriyor ve gerekli uyarıyı yapıyor.
Ahzâb 63-64. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 63-64. Ayet Tefsiri
Kimi inanmadığı, kimi merak ettiği için, kimileri alay etmek maksadıyla, bazıları ise korktuğu ve hazır olmak istediği için devamlı kıyamet üzerine konuşurlar, birilerinden onun ne zaman kopacağını sorar dururlar. Hz. Peygamber de bu soruya defalarca muhatap olmuş, bazan kendi sözü (hadis) bazan da âyetlerle şu cevabı vermiştir: Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini yalnız Allah bilir, bu bilgiyi bana dahi vermemiştir. Siz onu her zaman bekleyin ve imanınızla, güzel ahlâkınız ve davranışlarınızla ona hazır olun, inkârcılar ve zalimler de kıyametin vaktini merak edecek yerde orada kendilerini neyin beklediğini sorup öğrensinler!
Ahzâb 65. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 65. Ayet Tefsiri
Orada hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamadan ebedî olarak kalacaklardır.Ahzâb 66-68. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 66-68. Ayet Tefsiri
Allah insanlara akıl vermiş, ona yardımcı olmak üzere peygamberlerle çok değerli bilgi ve ölçüler göndermiştir. Asıl kullanılacak olan bilgi araçları bunlardır. Bunları bırakıp da din, siyaset, cemiyet, sanat, medya vb. alanlarda meşhur veya karizma sahibi olmuş, otorite kazanmış olan veya öyle sunulan kimseleri taklit edenler, bunların söylediklerini ölçüp biçmeden, tenkide tâbi tutmadan kabul edip uygulayanlar ya doğru yoldan uzaklaşırlar veya tesadüfen onun üzerinde bulunsalar bile bunun şuurunda olamazlar. Hiç kimseyi, dünyada ve âhirette “Filân dedi ben de inandım ve yaptım” gibi bir mazeret kurtaramaz; “İnsana senin aklın ve iraden neredeydi diye?” sorarlar.
Ahzâb 69. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 69. Ayet Tefsiri
Hz. Mûsâ hakkında “bulaşıcı hastalıkları var” şeklinde sözler çıkaranlar, savaşmak gerektiğinde “Sen ve rabbin gidip savaşın, biz burada kalacağız” diyenler, “Bizi Mısır’dan niçin çıkardın? Orada hiç değilse karnımızı doyuruyorduk. Şimdi bu çölün ortasında ne yapacağız?” (Çıkış, 14/10-14, 16/3, 20, 28) diye söylenenler olmuş, Allah da peygamberini korumuş, yaptıklarının isabetli, söylediklerinin doğru olduğunu sonuçlarıyla ortaya koymuştu. Münafıklar ile bazı irfanı kıt müslümanlar da zaman zaman Hz. Peygamber’i üzecek sözler söylediler, haberler yaydılar. Eşi hakkında yapılan iftiraya kapılanlar oldu, Zeyneb’le evlendiğinde çıkarılan dedikodulara katılanlar bulundu, ganimet dağıtırken bazı kimselerin müslümanlara dostluğunu veya İslâm’a sevgisini kazanmak için verdiği paylara itiraz edenler çıktı. Hz. Peygamber bir beşerdi, tevazuu ve teklifsizliği sebebiyle imtiyazsız, merasimsiz, külfetsiz bir hayat yaşardı. Ama o Allah elçisi, rahmet peygamberi, ilâhî sevginin temsilcisi ve rehberi idi. Onu inciten Allah’ı incitmiş olurdu, ona karşı edepte kusur etmek, itaatte kusuru da beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden müminler uyarıldılar.
Allah’a itaatsizlikten, onun rızâsına aykırı davranışlardan sakınmak mânasındaki takvâ ile aslında buna dahil olmakla beraber önemi sebebiyle ayrıca zikredilen doğru söz, İslâmî erdemlerin iki direği gibidir. Hayat ve ahlâk binasında bu iki direği koruyanlara burada Allah’ın vaad ettiği sonuç gerçekten heyecan vericidir: İşlerin düzeltilmesi, günahların bağışlanması; bir başka deyişle dünya ve âhiret saadeti. Bu iki kazancın, elde edilen bu iki mutluluğun ne kadar önemli, kapsamlı, büyük ve değerli olduğunu izaha hacet bulunmasa gerektir.
Ahzâb 70. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 70. Ayet Tefsiri
Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder.Ahzâb 71. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 71. Ayet Tefsiri
Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder.Ahzâb 72-73. Ayet Yazılış ve Meâli
Ahzâb 72-73. Ayet Tefsiri
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.